(Image used by Mavi Boncik Archives)
A close-up of a document[see note 1 for transcription}
Mavi Boncuk |
Ayşe Hür - Taner Akçam Debate on a Dersim Document
Taner Akçam’a cevaplarım | Ayşe Hür
Bu yazıda Taner Akçam’ın konu ettiği başlıkların sadece birini, 17 Aralık 1946 tarihli Ali Öz mektubunu ele alacağım. Diğer başlıklara ise yazının sonunda kısaca değineceğim. Eğer Taner Akçam o başlıklarda tartışmayı devam ettirmek isterse memnuniyetle tartışırım…
Taner Akçam’ın 21 Nisan 2023 günlü AGOS gazetesinde yayımlanan “Okunması çok zor bir mektup” başlıklı yazıya yönelik olarak sosyal medyada yaptığım bir paylaşımla başlayan bu tartışma, aslında Taner Akçam’ın bana “neden böyle düşündüğümü” telefon veya maille sorması halinde olmayabilirdi. Nihayetinde hepimiz insanız, yanılırız, yanlışlar yaparız. Örneğin ben pek çok kez yapmışımdır.
Paylaşımım (daha sonra yaptığım bir tashihle birlikte) şöyleydi: “1937-1938’i ‘Soykırım’ olarak niteleyen ‘Dersimli olmayanlar’ın ilklerindenim. Dersim’de bu mektuptakinden daha korkunç suçların işlendiğinden kuşkum yok. Ama bu mektuptaki mantık hataları çok bariz, hikâye ediş ‘fazla mükemmel’. Bence bu mektup sahte.”
Dikkat edilirse sadece “mektup sahte” diyordum. Taner Akçam’a veya o mektubu kendisine getiren Nevzat Onaran’a veya mektubun kaynağı olan Hasan Saltık ailesine yönelik bir ithamım yoktu. Yıllardır Taner Akçam’a defalarca referans vermiş bir yazar olarak onu şahsen hedef aldığımı düşünmesi aklıma bile gelmezdi. Ama anlaşılan Taner Akçam benim gibi düşünmemişti ki, 5 Mayıs 2023 günlü AGOS’ta başka paylaşımlarımı da katarak “Dersim belgeleri, Ayşe Hür ve Hildebrand röportajı” başlıklı bir yazı yayımladı.
2007-2012 arasında her hafta tarih sayfalarını hazırladığım AGOS’ta adımı böyle büyük puntolarla görmeyeli 11 yıl olmuştu neredeyse. Şaşırdım doğrusu. AGOS’un bu yazıyı yayımlamadan benimle temas kurmasını beklerdim çünkü. Ama belki de iyi oldu böylesi. Kamuyu çok ilgilendiren konuları kamunun önünde tartışmak bilimsel çalışmalarda ilerletici, geliştirici bir rol oynayabilir çünkü.
Bu yazıda Taner Akçam’ın konu ettiği başlıkların sadece birini, 17 Aralık 1946 tarihli Ali Öz mektubunu ele alacağım. Diğer başlıklara dair cevaplarımı yazının sonunda okuyabilirsiniz. Eğer Taner Akçam o başlıklarda tartışmak isterse memnuniyetle tartışırım.
Konuyu Taner Akçam’ın benden beklediği titizlikle irdeleyeceğim için biraz uzun olacak yazım. Aslında “ispat mükellefiyeti” o mektubu kamuoyuna sunan Taner Akçam’a düşüyordu, ama Akçam bunu yapmamıştı. Birazdan benim yapacağım şey onun bu mektubu yayımlamadan önce yapması gerekenleri sizlerle birlikte yapmak olacak. Umarım önce üzerine konuştuğumuz metni, sonra da bu yazıyı sabırla sonuna kadar okursunuz.
“İnkâr-ispat hipnozu”
Önce bir arka plan bilgisi vereyim: 4 Mayıs 2021 tarihinde Dersim Tertelesi’nin 84. yılı dolayısıyla PİRHA’ya konuşan Dersim Araştırmalar Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi Hüseyin Ayrılmaz, “Artık devletin Dersim’de bir katliam, bir suç işleyip işlemediğini varsın kendisi kanıtlasın. Yani bu noktada biz kanıtlarıyla, delilleriyle, sözlü tarih çalışmalarıyla Dersim’de olup biteni bir şekliyle açığa çıkardık ve bu artık ispatlanmış bir kıyımdır” demişti. Gerçi ben devletin Dersim’de işlediği suçlar için “tertele” yerine “soykırım” terimini kullanıyorum ama terminoloji tartışması bir yana bu açıklama benim için çok anlamlıydı. Soykırım çalışmalarıyla tanıdığımız değerli akademisyen Yektan Türkyılmaz 6 Mayıs 2017 tarihli yazısında) “İnkâr-ispat hipnozunun bir diğer bağlantılı semptomu ise mutlak mağduriyetler üretmektir. Bu tür yaklaşımların altında, inkarın da ötesinde ve onunla beraber, soykırımın ne olduğuna dair oldukça karikatür bir anlayış vardır. Hal böyle olunca mağdurların, mağduriyeti kabul etmemeleri bir anomaliye dönüşebilir ancak” diye başladığı bölümde adeta Hüseyin Ayrılmaz’ın söylediklerinin teorik açıklamasını yapmıştı.
İlk izlenimler
Bu bilgilerin etkisiyle, Taner Akçam’ın “Okunması çok zor bir mektup” başlığıyla paylaştığı mektubu sakin bir merakla okumaya başladım. Ancak daha ilk cümlelerde beni rahatsız eden bir duygu oluştu. Rahatsızlığımın ilk nedeni, 24 Nisan gibi Ermeni toplumu açısından duygusal ve sembolik anlamı çok büyük bir günün arifesinde, 1937-1938’e dair çok önemli bir gerçeği dile getirdiği iddia edilen bir mektubun yayımlanmasıydı. “Bu kadar önemli bir mektup bugüne mi denk getirilir?” dedim içimden. Mektubu bitirdiğimde ağzımdan sesli olarak dökülen kelimeler ise şunlar oldu: “Bu mektup tamamen kurgu! Taner Akçam gibi belgeciliğin piri bir akademisyen nasıl olup da bu tuzağa düşmüş?” Neden böyle düşündüğümü birazdan başlıklar halinde açıklayacağım. Elbette ilk hamlede bütün kuşkularımı temellendirmiş değildim ama emindim ilk izlenimlerimden. Ve “bu mektup sahte” paylaşımımı yaptım.
Mektubun aslı nerede?
Akçam’ın 5 Mayıs 2023 tarihli yazısından sonra iddiamı sağlam biçimde temellendirmek kaçınılmaz oldu. Bunun için belgenin daha okunaklı bir nüshasını edinmem lazımdı. (Gazetede üzerinden tramlar olan son derece bulanık bir fotoğraf vardı.) Bunu Messenger yoluyla Taner Akçam’dan rica ettim. Akçam’ın nazik cevabı şöyleydi: “Bendekiler bunlar ve görüntüler iyi değil maalesef. Hasan Saltık’ın arşivine bakmasına izin verdiği Nevzat Onaran, zor koşullarda bunu çekebilmiş. Nilüfer Hanım’dan orijinallerini istemiştim. Ama olmadı. Senin ‘sahtedirler’ kanaatinden sonra, arayıp orijinallerini de bulmaya çalışacaklar. Bana gönderdikleri durumda, ben de sana yollarım. İyi günler.”
Böylece üzerine konuştuğumuz mektubun fiziki varlığının Taner Akçam’da olmadığını öğrenmiştim. Yani böylesine önemli bir iddianın belgesi olarak takdim edilen “mektup” sadece bir ekran görüntüsünden ibaretti. Akademik literatürde “belge” denince izi sürülebilen; nerede, ne zaman hangi bağlam içinde ve kim tarafından “üretildiği” tespit edilebilen materyaller akla gelir. Örneğin bir mektupsa o belge, mektubun yazanın ve yazılanın kimliği, yazıldığı kâğıdın cinsi, mürekkebin türü, bu mektuptaki gibi daktilo ile yazıldıysa kullanılan fontlar ve mektubun söz dağarcığı bile bize “belge” ile ilgili çok şey söyler. Bu yazışmaların kahramanı “mektup”un bu denetimlerden geçmediğini öğrenmek benim için çok şaşırtıcıydı.
Hasan Saltık arşivi üzerine
İkinci olarak bu “belge”nin çıktığı yerle ilgili kullanılan “Hasan Saltık arşivi” terimine dair bir şeyler söylemek isterim. 9 Mayıs 2017 günü erken yaşta kaybettiğimiz Hasan Saltık’la hiç tanışmadım. Sadece 2008 veya 2009 yılında telefonla bir kez konuştum. Kendisi beni aramıştı. 1937-1938 Dersim “Tertelesi”ne dair bazı fotoğraflardan bir albüm hazırlamayı düşünüyordu. Benden de o fotoğrafların altına tarihsel hikâyeyi anlatan kısa yazılar yazmamı bekliyordu. “Seve seve yazarım” dedim. Ama bu önerinin arkası gelmedi. Ondan sonra da bir daha yolumuz kesişmedi. Ama basından, sohbet ortamlarından kendisinin nasıl bir Dersim sevdalısı olduğunu, elinde sayısız belge, fotoğraf, müzik kaydı bulunduğu öğrenmiştim. Ancak bunların metodolojik olarak güvenilir bir “belge” niteliği taşıyıp taşımadığını elbette hiçbir zaman öğrenemedim. Elindeki materyalleri değerlendirme şeklini de hiçbir zaman kavrayamadım. Hatta bunu Hasan Saltık yaşarken sosyal medyada dillendirdim, ama kendisinden bir cevap alamadım.
Bu yazılara konu olan 17 Aralık 1946 tarihli mektubu, ancak vefatından sonra eşi Nilüfer Hanım sayesinde öğrenebilmiştik. (Nilüfer Hanım’ı da hiç tanımıyorum.) Rahmetli Hasan Saltık acaba bu mektubu niye bugüne dek bilim insanlarıyla veya gazetecilerle paylaşmamıştı? Dersim’de 1937-1938’de devletin işlediği suçları bu mektup kadar mükellef biçimde anlatan bu mektubun acaba gerçekliğinden kuşku mu duymuştu mesela? Bence gayet mümkün. Peki eşi Nilüfer Hanım bu mektubu niye değerli araştırmacı Nevzat Onaran’a göstermişti de kötü bir (bilgisayar ekranının telefonla alınmış?) görüntüsünden fazlasını sunmamıştı? Daha önemlisi benim “sahtelik” iddiamdan sonra dahi, neden mektubun aslını bir türlü Taner Akçam’a ulaştıramamıştı?
“Taze” terimler
İlk okuduğumda mektupta geçen “koruma” terimi “çok taze” gelmişti kulağıma. Aynı şekilde “Savcılık” terimi de 1945’ten itibaren kullanılmakla birlikte (örneğin 21 Şubat 1945 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Kuyumcuyu öldürenin yaşı” başlıklı haberde “savcılıkça temyiz edildiğinden” ifadesindeki gibi) yaygın karşılığı “Müddeiumumilik” idi. “Bakan” terimi, 1946’da TBMM zabıtlarında bolca geçiyordu, yani mesele yoktu. Doktor terimi epeydir kullanımdaydı. Buna karşılık zabıtlarda mektuptaki gibi “Cumhurreisi” değil “Reisicumhur” terimi daha yaygındı. Son olarak daktilo o dönemlerde herkesin ulaşabileceği bir alet değildi, çok az kurumda vardı ve daktilo ile yazmak için de kurslara gidiyordu insanlar. Ali Öz gibi askerliğini çavuş olarak yapmasından çıkardığım kadarıyla okul eğitimini erken bitirmiş birinin, bu taze terimleri ve yeni aletleri böyle başarıyla kullanması iyimser terimle “ilginç” idi.
Ardından “mektubu yazan Ali Öz’ü araştırdı mı acaba Taner Akçam?” dedim. Hemen CİMER aracılığıyla Milli Savunma Bakanlığı’na, Genelkurmay Başkanlığı’na ve SGK Genel Müdürlüğü’ne başvurdum. Bu yazıyı tamamladığımda hala oralardan cevap gelmemişti. (Gelirse, sizlerle hemen paylaşacağım.)
Hangi Şükrü Bey?
Sonra mektubun yazıldığı “Hürmetli bakanım Şükrü bey” kim olabilir diye düşündüm. Acaba, Haziran-Temmuz 1934’te Trakya’da Yahudileri kaçırtma operasyonu sırasında Trakya Umumi Müfettişlik Baş Müşaviri olan, 20 Eylül 1934-17 Temmuz 1939 arasında Emniyet Genel Müdürü olan, ardından 30 Haziran 1939’da Bağımsız Hatay Devleti’nin Hatay Vilayeti’ne çevrilmesi üzerine Hatay’a vali olarak atanan, 7 Ağustos 1946-5 Eylül 1947 tarihleri arasında İçişleri Bakanı olan Şükrü Sökmensüer mi? Yoksa 1 Kasım 1927’den 11 Kasım 1938’e kadar kesintisiz olarak İçişleri Bakanlığı yapan Şükrü Kaya mı?
A group of people standing in front of cars
Atatürk, Şükrü Kaya, Sabiha Gökçen ve Salih Bozok Dersim’de incelemelerde bulunuyor
Kaynak: Nevzat Onaran
Mektubun yazıldığı 17 Aralık 1946 tarihinde Şükrü Sökmensüer İçişleri Bakanı olduğu için mektubun yazılma nedeni olan “doktorun elinden raporu” alacak güçte. Peki ya Şükrü Kaya ise mektubu yazdığı kişi? Ne de olsa General Alpdoğan’ın amiriydi, maiyetine daha fazla hâkim biriydi. Ancak Şükrü Kaya 1939 sonrasında 1943 yılındaki seçimde İstanbul Milletvekili adayı olması (ve seçilememesi) dışında basında pek görünmemişti. Mektubun yazıldığı tarihte de nüfuz sahibi biri değildi.
Mektup eğer sahihse, acaba kime yazmıştı Ali Öz kardeşimiz? Bir muamma daha…
Büyük falso: SEKA Genel Müdürlüğü
Peki, Şükrü beylerden biri SEKA Genel Müdürü’nü arayabilir miydi? “Böyle saçma soru olur mu?” dediğinizi duyar gibiyim. İnanın saçma değil. Hayır, arayamazdı! Çünkü SEKA dediğimiz kurumun nüvesini, Başvekil İsmet İnönü’nün katıldığı törenle temeli 14 Ağustos 1934’te atılan, 6 Kasım 1936’te İktisat Bakanı Celal Bayar’ın katıldığı törenle açılışı yapılan, inşaatı ancak 1939’da tamamlanan İzmit Selüloz ve Kâğıt Fabrikaları Müessesi ile oluşturmuş, bunu değişik adlarda beş fabrika daha izlemiş, nihayet 21 Haziran 1955 tarihinde bu fabrikalar Türkiye Selüloz ve Kâğıt Fabrikaları İşletmesi-SEKA adıyla yapılandırılmıştı. (Kaynak: Zafer Özen, “Bir Cumhuriyet sanayisi örneği olarak SEKA”, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı’nda kabul edilmiş yüksek lisans tezi, 2021) Yani, mektubun yazıldığı 17 Aralık 1946 tarihinde, henüz SEKA adlı bir kurum yoktu. Nitekim Milliyet arşivinde bulabildiğim en eski “SEKA” terimi, 28 Ağustos 1955 tarihli “İzmit Kâğıt ve Selüloz Fabrikası Müstahdeminine istirahat imkânı sağlamak için karalan SEKA kampı, diğer kamplara örnek teşkil edecek mahiyettedir” haberi…
Cemse meselesi
Üstüne bir de “cemse” terimi vardı ki, adeta “Ayşe Hür, hala mı kanıt arıyorsun?” diye bağırıyordu bana. Çünkü Amerikan menşeli General Motors Corporation adlı motorlu taşıt markasının baş harflerinin, yani GMC’nin İngilizce okunuşunun yani “ciemsi”nin Türkiye’de halk arasında “cemse” diye telaffuzundan türetilen terim, ABD Dışişleri Bakanı George Marshall’ın 5 Haziran 1947’de Harvard Üniversitesi’nde yaptığı konuşma ile kamuya açıklanan ve 1948 yılında yürürlüğe giren Marshall Yardımları kapsamında Türkiye’ye gönderilen GMC araçlarla lügatimize girmişti. Bu konuda bulabildiğim en eski kullanım 18 Eylül 1948 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki “Çatalca Belediye Başkanlığından” başlıklı ilan. Yani mektubun yazıldığı 1946 tarihinde ne GMC araçlar ne de “cemse” terimi kullanımdaydı!
Adsız doktora imzalı rapor
Taner Akçam’ın “Mektubun bir başka özelliği hasta olan, intihar eden faillerden bahsetmesidir. Bu çok önemli konuşulmayan bir gerçekliğimizdir, Türkiye’nin bir aynası gibidir” demesi yüzünden mektupta sözü edilen İzmirli Ethem adlı birinin intiharına dair gazetelere yansımış bir haber var mı diye merak ettim, Milliyet’in arşivi 1950’den başladığı için sadece Cumhuriyet gazetesinin elektronik arşivine baktım, ama bulamadım. Elbette bunun çok anlamı yok. Çünkü gazetelere yansımamış olabilir, ben araştırmada başarısız olmuşumdur vs… Dolayısıyla bu konuyu hızlıca geçtim.
Ancak “Ethem arkadaşın bunalımı ve intiharı” olayımızda kilit öneme haizdi. Çünkü Ali Öz, Ethem’in olayından derinden etkilendiği için geçmişte yaşadığı olaylar bir bir aklına geliyordu. Öldürdüğü çocukların gözleri beynine işliyor ve onda da bir psikolojik sorunlar başlıyordu. Nitekim müdürleri onu zorla “akıl doktoru”na gönderiyorlardı. (Gerçi halk daha çok “deli doktoru” der psikiyatristlere ama muhtemelen “Emraz-ı Akliye” teriminden esinlenmiş mektubun meçhul yazarı) O doktor da bugüne dek hiç duymadığımız bir yöntem izlemişti bu vak’ada. Yaşadıklarını kâğıda yazdırıp imzalatmıştı. Zaten bütün mesele de buradan çıkmıştı. Ali Öz, Şükrü beyden bu doktoru bulup, o kâğıdı geri almasını istemek için daktiloya sarılmıştı. Peki mektupta Ali Öz’ün hangi şehirde yaşadığı yazıyor muydu? Hayır. Doktorun hangi şehirde yaşadığını, adının ne olduğunu öğrenebiliyor muydu Şükrü Bey? Hayır. Doktorun çalıştığı hastane belli miydi? Hayır. O zaman nasıl alacaktı o raporu Şükrü Bey? Raporu alamayacağı gibi birazdan Ali Öz’ün olayları tekrar ve bugün gençlerin tabiriyle “Bilal’e anlatır gibi” tüm ayrıntılarıyla kaleme alması yüzünden ortaya imzalı bir “rapor” daha çıkacaktı üstelik.
Dört dörtlük soykırım anlatısı
Bu anlatı öylesine ayrıntılıydı ki ne yaşadığı şehrin adını ne doktorunun adını vermeyi akıl edebilen Ali Öz, Alpdoğan Paşa’nın ve emrindekilerin işlediği suçları anlatırken detaycılığıyla göz kamaştırıyor. Yer ismi veriyordu (Mazgirt-Tersemek ve Murat Suyu), süre veriyordu (iki saat sonra Teğmen bilgi verdi), sayı veriyordu (70-80 çocuk, 30 kadın).
Ancak hepsinden önemlisi bugün 1937-1938 Dersim Soykırımı dahil Cumhuriyet tarihinde işlenen pek çok suçun faillerini ve mağdurlarını bir batında hikâyeye yerleştiriyordu. Failler “Cumhurreisimiz”, “hükümet”, “Alpdoğan Paşa”, “Teğmen”, “Çavuş Ali Öz”; mağdurlar “Kızılbaş dölleri”, “Ermeni dölleri”, “vatan hainlerinin dölleri”, “kadınlar”, “çocuklar”, “çocuk öldürmeyi reddeden Diyarbakırlı bir Kürt asker” diye sıralanıyordu.
“Saik” olarak “ırkından dolayı” ifadesiyle 1948 Soykırım Sözleşmesi’ne atıf dahil, dört dörtlük bir dosya sunuyordu bize Ali Öz… Bunu yaparken kendini bir kez daha okkanın altına atıyordu. Öyle ya, adı meçhul bir doktorun meçhul bir şehirdeki savcılığa verip vermeyeceği belli bile olmayan raporunu geri almak için çırpınan Ali Öz mükellef bir itirafname sunuyordu Şükrü Bey’e. Maazallah mektup yerine ulaşmadan istihbaratın eline geçseydi, başına neler gelirdi değil mi Ali Öz’ün?
Normalde Şükrü Bey’in de bu mektubu alır almaz, kendisinin baş aktörlerinden biri olduğu bariz olan bu ağır suçun böyle pervasızca anlatılmasından rahatsız olup, mektubu buruşturup çöpe atması, hatta yakması beklenirken, bunu yapmadığı anlaşılıyor, çünkü şimdi bizler o mektup üzerine konuşuyoruz. Bu mektubun nasıl olup da Hasan Saltık’ın eline geçtiği muammasını bir yana bırakırsak, eğer Akçam mektubu bizzat inceleyebilseydi, bunun (o günlerde çok az kişinin ulaşabildiği bir alet olan) daktilo ile yazılırken çift nüsha mı yazıldığını, örneğin altında karbon kâğıdı izi olup olmamasından anlayabilirdi. Böylece “mektubun Şükrü Bey tarafından imha edilmesi gerekirdi” tezimi “Bu mektup Şükrü Bey’in nüshası değil, Ali Öz’ün kendisine sakladığı nüsha” diye çürütebilirdi. Ama şu anda bunu diyebilir mi Akçam? Hayır, diyemez.
Zo diyenler, lo diyenler
Bu bölüme dair son notum şu olsun: Taner Akçam “Alpdoğan Paşa, “Ermeni’nin kökünü kuruttuk şimdi sıra Kürde ve Kızılbaşa geldi” diyor” diye yazmış. Sözlü tarihte yaygın biçimiyle “Zo diyenlerin [Ermenilerin] kökünü kuruttuk, sıra Lo diyenlerde [Kürtlerde]” şeklinde olan bu “şeytani darbımesel” Dersim Generali Alpdoğan’a değil, 1921’de kanlı Koçgiri tedibini yürüten Merkez Ordu Kumandanı “Sakallı” Nurettin Paşa’ya atfedilir. Buna dair rastlayabildiğim en erken atıf Nuri Dersimi’nin Kürdistan Tarihinde Dersim (Ani Matbaası, 1952) kitabında (s. 158) var. Ancak Nurettin Paşa’nın hakikaten böyle bir söz edip etmediğini bugüne dek tespit edemedim. Akçam’ın Alpdoğan’a atfının bir temeli vardır belki, böylece yılların muammasını da çözmüş oluruz.
A map with a blue rectangle
En büyük falso: Tersemek ve Murat Suyu
İtiraf etmeliyim ki, ilk okumalarımda değil, ancak üçüncü okumamda alarm zillerini çaldıran, Tersemek kelimesi oldu. Bunu bir yerden hatırlıyordum. Nitekim nerede okuduğumu, hatta yazdığımı buldum da. Siyasi hayatına CHP’li olarak başlayıp DP’li olarak bitiren Necip Fazıl Kısakürek, o günlerin ruhuna uygun olarak CHP iktidarını eleştirmek için, resmi tarihin karanlık odalara tıktığı olayların üstüne gitmişti. 27 Ocak-10 Şubat 1950 arasında Büyük Doğu dergilerinde tefrika edilen “Doğu Faciası” başlıklı yazı dizisinde (Dedektif X Bir mahlasını kullanmıştı), 1937-1938 “kanlı Dersim hareketi”nde “en aşağı 50 bin” “saf ve masum Müslüman’ın, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil, ısırgan otu gibi doğranması” olayını son derece etkili bir dille ve örnekler vererek anlatmıştı. İşte bu yazı dizisinin 3 Şubat 1950 tarihli nüshasında şöyle bir bölüm vardı:
“7- Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmakta… Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Vaziyet birden haber alınıyor. Çocukların öldürülmeleri emri veriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur edemiyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız masumlara silah kullanamayacaklarını söylemeğe mecbur kalıyorlar. Tecrübe birkaç defa akamete uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet en kara yüzlü çingeneden daha karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve bir derece içinde titreşe titreşe bekleyen 20 masumun işi bitiriliyor.
8- Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmuştur.”
(Bu bölüme yer verdiğim yazımın linki: https://kisadalga.net/yazar/seyit-rizanin-idamindan-kim-sorumlu-inonu-mu-bayar-mi-ataturk-mu_46935)[2]
Dikkat edilirse Ali Öz’ün mektubundaki katliam hikayesi bu anlatıya çok benzemekte. Hatta artık iyice eminim ki mektubu kurgulayan kişi, bu mektubun yazıldığı iddia edilen tarihten dört yıl sonra basılmış bu bölümü esas alıp hikayesini kurgulamış. Onu genişletmiş, sayıları arttırmış, Akçam’ın deyimiyle “sıcak şiddet” sahnelerini arttırmış ve ortaya Taner Akçam gibi yılların soykırım araştırmacısının bile gözlerini dolduran bir metin çıkarmış. Burada senaryo yazarını tebrik etmek lazım.
Devam edelim:
Necip Fazıl bölgeye çok hâkim olmadığı için Mazgirt’in Tersemek nahiyesi diye bir ad kullanmış olmalı çünkü Mazgirt’in bu adda bir nahiyesi yok. 1925’te Türüşmek (veya Ermenice Troşmeg), katliamdan sonra Çiçekli, bugün de adı Aktuluk mahallesi mevkiini kastediyor olabilir. Reşat Hallı’nın derlediği Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları-II (Kaynak Yayınları, 1992) adlı kitabın 156-157. sayfasındaki ifadeyi aktarayım: “Mazkirt-Sıvıcı-Yukarı Kaçar-Hamurlu-Hozat’tan geçen ve Gümürgan Dağı üzerinde bu yolla birleşen bir yol vardır. Türüşmek bölgesinde, su keleklerle geçilebilir. Mazgirt-Türüşmek-Yukarı Çirtik-Zımbık-Aşağı Kirnik-hozat yaz aylarında mekkari ve yaya yoludur.” Bu ifade de 154 ve 155. sayfalardan: “Peri Suyu ile Munzur suyu arasındaki bölge kuzeyden güneye doğru meyilleri ve arızaları azalan tabii bir teşekküldür.” Yani Türüşmek üstteki haritada gösterdiğim gibi Munzur Nehri ile ve Peri Suyu’nun arasında olup, Murat Suyu’na çok uzaktır. Yani mektupta belirtildiği gibi “kandan kıpkızıl akan” nehir, Murat Suyu olamaz!
Anlaşılan “Ali Öz” de aynen Necip Fazıl gibi bölgeyi tanımadığından, 1950’de yapılan hataları 1946 tarihinde yazılmış gibi gösterdiği mektuba aynen aktarmış. Gerçi, yukarıda saydığım onca “anakronik” terimden sonra bu konuda dikkatli olmasını beklemek mektubun meçhul yazarına iltifat olurdu…
Bu arada Genelkurmay kitabına göre (s. 190-191) Mazgirt-Türüşmek’e Albay Haydar Bey’in komutasındaki 25. Piyade Alayı, 12 Mayıs’ta gelmiş, Haydar Bey 17 Haziran’da hastalanıp yerini Yarbay Hakkı’ya bırakmış, bu alay 16 Ağustos 1937 tarihine kadar bölgede kalmış. Bu tarihler arasında bir günde Mazgirt-Türüşmek’te veya 16-19 Ağustos 1938 tarihleri arasında Türüşmek’e çok yakın olan Havikpah’ta katliamlar yapmış. İddiasına göre General Alpdoğan’ın “yakın koruması”, “sağ kolu” olan Ali Öz’ün neden genel karargâhın olduğu Elazığ’da kalmayıp bir “Teğmen”in komutasında Mazgirt’teki katliama katıldığını çözmek de benim işim olmasın artık!
Bitirirken
Başa dönersem, keşke Taner Akçam beni eleştirmek için harcadığı emeği bu mektubu analiz etmeye harcasaydı! Keşke benim gittiğim yollardan gitmiş olsaydı. Böylece daha ilk paragraflarda o da benim gibi “bu mektup sahte!” diye bağırırdı. Aynı şekilde AGOS’un editörleri de biraz şüpheci olsalardı Taner Akçam’ın daha temkinli olmasını sağlayabilirlerdi.
Taner Akçam’ı “Evreka evraka!” duygusuna sokan ve bilimsel kuşkuculuğu elden bırakmasına neden olan motifin 1937-1938’e dair soykırım anlatısını mükemmelleştirme arzusu olduğunu tahmin ediyorum. Peki, bu mektup hangi eksik parçayı tamamlıyordu? Böyle bir “itirafname”ye ihtiyaç var mıydı hakikaten? Bu “belge” olmasaydı 1937-1938’de Dersim’de neler olduğunu bilemeyecek miydik? Yoksa bu “sahte belge” ile bugüne dek inşa edilen “gerçeklik” duygusu büyük bir hasar mı gördü?
Tam burada, mektubun sahte/kurgu olduğunu ifşa ederek bu hasara katkıda bulunduğumu düşünebilirsiniz. “Kol kırılır, yen içinde kalır” demediğim için bana kızabilirsiniz. Veya Yektan Türkyılmaz’ın girişte andığım yazısında dikkat çektiği yanlışlara bir daha düşmemek için faydalı bir tartışmaya neden olduğumu düşünebilirsiniz. Takdir sizin.
NOTLAR: Taner Akçam 24 Nisan 2023 tarihli yazısında şöyle diyor: “Buradan anlaşılan Ayşe Hür, sadece Şükrü Kaya mektubunun değil, Dersim Gazetesi’nde, 24 Mayıs 2019 tarihinde Hüsnü Gürbey ve Mahsuni Gül tarafından yayınlanan dokuz adet resmî belgenin de sahte olduğunu ima ediyor. Makul olan da bu, çünkü Şükrü Kaya’nın yayınladığım mektubu, bu dokuz adet resmî belge ile uyum içinde. Yani, Kaya’nın mektubunun sahte olduğunu ileri sürmek ancak diğer dokuz resmî belgenin -veya hangileri seçilecekse onların da sahte olduklarını kabul etmekle mümkün”.
31 Mart 2023 tarihli şu twitlerimden, böyle bir “planımın” olmadığı gayet rahat anlaşılabilir: “Taner Akçam 2019 tarihli Dersim Gazetesi’ni kaynak vermiş ama kendisi de gayet iyi bilir ki Dersim’de zehirli gaz kullanıldığını ilk yazan ve bu yazıda atıf yapılan Çağlayangil konuşmasının ses kasetini ilk yayımlayan kişi benim. Yıl 2008 idi. Mecra Taraf [gazetesi] idi. Dersim’de gaz kullanıldı ama Şükrü Kaya’ya ait denen mektubun iktidara yakın bir mahfil tarafından üretilen bir dizi sahte belgeden biri olduğunu düşünüyorum. Resmi sipariş yazışmalarının sonucu ise Alman arşivlerinden kontrol edilmeli. Henüz bir Alman belgesi görmedik.”
Taner Akçam’ın kaçırdığı nüansı umarım siz kaçırmamışsınız. Ben Şükrü Kaya’ya ait denen mektubun sahte olduğunu düşünüyorum. Ama resmi sipariş yazışmalarını sorgulamıyorum. Sadece “Türkiye sipariş etti ama acaba Almanya Türkiye’ye o gazları sattı mı, verdi mi?” konusu araştırılmalı diyorum. Hüsnü Gürbey ve Mahsuni Gül o belgeleri yayımladığında da aynı şeyi söylemiştim, hatta Almanya’da geniş bir Dersim diasporası varken nasıl olup da hala bu konuda Alman arşiv belgelerinin taranmadığına hayret ettiğimi de eklemiştim.
İlginç biçimde Taner Akçam, bu yazıyı yazacağımı bildiği halde 6 Mayıs 2023 günü, Berlin’de Kemal Karabulut’un kanalında yayımlanan paneldeki konuşmasını aynı mektup üzerine kurdu. Konuşmacılardan akademisyen Bedriye Poyraz kendisine “doktorun adı var mı?” deyince “yok ama hastane adı var” diyor, Poyraz’ın “hastanenin adı nedir” sorusuna “hatırlamıyorum, laptopumu açmam lazım” dedi ve soruyu geçiştirdi. Ardından benim “değerli bir araştırmacı” olduğumu söyledikten sonra sosyal medya üzerinden düşüncemi belirtmemi eleştirdi, ardından “Ayşe Hür devlet içinde belge üreten gizli merkezler gibi iddiada bulundu. Keşke öyle bir alana girmeseydi diye düşünüyorum” dedi.
Kastettiği “iktidara yakın bir mahfil tarafından üretilen” ifadem ama 1 Nisan 2023 tarihli twitimde de şöyle demişliğim var: “Onca resmi yazışma okudum böylesini ilk kez görüyorum. Sanki Taner Akçam için özel olarak yazmış Şükrü Kaya. Pardon, bir de [2014 yılında] Yeni Şafak’ın güya Hasan Saltık arşivinde bulduğu Atatürk’ü zehirleme mektuplaşmaları vardı. Bu resmen uydurma bir metin.”
Eğer Taner Akçam arzu ederse hem Şükrü Kaya mektuplarına hem Almanya’dan zehirli gaz satın alınmasına ilişkin yazışmalara hem de aşağıda sözü edilen Hildebrand röportajına ilişkin fikrimi paylaşırım.
Taner Akçam 24 Nisan 2023 tarihli yazısını bitirirken “Türk inkarcılarının, yıllardır Aram Andonian tarafından yayınlanan Talat Paşa’ya ait telgrafların sahte olduğu teziyle, 2016’da benim kitabım yayınlanıncaya kadar hepimizi nasıl kandırdıklarını biliyoruz. Maalesef, 1926 yılındaki Atatürk röportajı da Andonian tezleri benzeri bir tezdir. Korkarım ki, Ayşe Hür’ün Dersim belgeleri konusundaki iddiaları 1926 Emile Hildebrand konusundaki iddialarına benzemektedir. Türk devletinin işine gelmediği, karanlıkları aydınlatmamıza yarayan her belgeye ‘sahtedir’ kulpunu taktığı bir dünyada, Ayşe Hür çapında bir tarihçi-gazetecinin biraz daha titiz davranmasını beklemek hepimizin hakkıdır” diyor…
Taner Akçam’ın yıllardır hem 1915, hem 1937-1938 için “soykırım” tanımını yapan beni “Türk inkarcıları” grubuna dahil etmediğine inanıyorum, muhtemelen bu sözlerin yanlış anlamalara neden olabileceğini düşünmedi. Öte yandan bulguları, belgeleri her sorgulayanı “inkarcıdır” diye etiketlemekten de kaçınalım. Ben 1937-1938’de Dersim’de zehirli gazların kullanıldığının belgelenmesine en çok sevinecek kişilerden biriyim. Ama bunun çok sağlam bir kanıtlama ile yapılması gerektiğini düşünüyorum. Yani Taner Akçam’ın benden beklediği titizliği ben de ondan bekliyorum. Çünkü soykırım çalışmalarının konusu katledilen insanlar, onların mirasçılarının acıları. Bizler onların trajedilerini konu edinirken, çok özenli davranmalıyız. Başka konularda hatalarımız hoş görülebilir ama bu konu hata kaldırmaz…
Ayşe Hür – 09.05.2023
Açıklama: Bu yazıyı, Taner Akçam’ın yazısının yayımlandığı AGOS’ta yayımlamak istedim önce ama cevabın boyutları Taner Akçam’ın yazısının kapladığı alanın iki katına ulaşınca, AGOS yöneticileri haklı olarak kısaltmamı istediler. Bunu yapmak istemediğim için okuyucu kitlesi açısından isabetli bir mecra olduğunu düşünerek Avrupa Demokrat’ı seçtim. Yanlış anlama olmasın lütfen.
Dersim belgeleri, Ayşe Hür ve Los Angeles Examiner
Taner Akçam 08.05.2023
DOSYA
Ayşe Hür’ün sahte olduğunu ileri sürdüğü benim yayınladığım mektuplar Hasan Saltık arşivinden. Dersim Gazetesinde yayınlanan belgelerin biri Hasan Saltık diğerleri Cumhuriyet Arşivinden. Ayşe Hür her iki arşivdeki belgelerin “iktidara yakın bir mahfil tarafından üretilen bir dizi sahte belge” olduğunu iddia ediyor. Bu iddia, normal düşünce sınırlarımızı zorlayan çok tuhaf bir iddia.
Ayşe Hür, Hasan Saltık arşivinde bulunan ve Agos gazetesinde yayınlanan Dersim soykırımı ile ilgili iki belgenin de sahte olduğunu iddia etti. Üstelik bu suçlamayı, belgeler üzerinde hiçbir analiz yapmayarak, sadece twitter ve Facebook üzerinden bir kanaat olarak ilan etti. Bilirsiniz ki kanaatler üzerinden tartışmak zordur. Bu nedenle, Ayşe Hür’ün bu kanaate nasıl ulaştığı konusunda yazmasını bekleyeceğiz. Ancak böylesi bir yazıdan sonra, belgelerin sahteliği konusunu konuşabiliriz.
Birinci belge, Şükrü Kaya’nın Alpdoğan Paşa’ya yazdığı mektup. Konu kimyasal silah kullanılması. Şükrü Kaya, bu mektubunda hem şu anda Cumhuriyet arşivinde mevcut bir başka belgeden alıntı yapıyor hem de altında kendi imzası var. Kaya’nın imzasını, arşivde bulunan onlarca başka imza ile kıyaslamak ve gerçek olduğunu göstermek mümkün. Ama, ne resmi başka bir belgeden alıntı yapılmış olması ne de Kaya’nın imzası Ayşe Hür’e yeterli gelmemiş, şu tweet’i atmış: “Şükrü Kaya'ya ait denen mektubun iktidara yakın bir mahfil tarafından üretilen bir dizi sahte belgeden biri olduğunu düşünüyorum. Resmi sipariş yazışmalarının sonucu ise Alman arşivlerinden kontrol edilmeli. Henüz bir Alman belgesi görmedik.”
Buradan anlaşılan Ayşe Hür, sadece Şükrü Kaya mektubunun değil, Dersim Gazetesi’nde, 24 Mayıs 2019 tarihinde Hüsnü Gürbey ve Mahsuni Gül tarafından yayınlanan dokuz adet resmî belgenin de sahte olduğunu ima ediyor. Makul olan da bu, çünkü Şükrü Kaya’nın yayınladığım mektubu, bu dokuz adet resmî belge ile uyum içinde. Yani, Kaya’nın mektubunun sahte olduğunu ileri sürmek ancak diğer dokuz resmî belgenin -veya hangileri seçilecekse onların da sahte olduklarını kabul etmekle mümkün.
Yayınladığım ikinci belge, General Alpdoğan’ın koruması olan Çavuş Ali Öz’e ait bir mektup. Ayşe Hür, yine bir tweet ile bu belgenin de sahte olduğunu ileri sürdü. Kendi ifadesiyle, “bu mektuptaki mantık hataları çok bariz, hikâye ediş ‘fazla mükemmel’. Bence bu mektup sahte.” Benzeri bir iddiayı, Facebook sayfasında da tekrar etti: “1926'da Emile Hilderbrand adlı İsviçreli gazetecinin Mustafa Kemal'le yaptığı röportajın kurgu olduğunu söylemişken şunu söylemezsem dürüst davranmamış olurum. Taner Akçam'ın… ‘Hasan Saltık arşivinde bulunan, … 17 Aralık 1946 tarihli mektup’un da kurgu olduğunu düşünüyorum. Mektuptaki mantık hataları çok bariz bence. Sizler ne düşünüyorsunuz?”
Burada da benzeri bir sorun var, Ayşe Hür gene bir kanaat belirtiyor. Kanaatlerin tartışılması mümkün değildir ve bu kanaatin oluşmasına yol açan gerekçelerin (burada ‘mantık hatalarının’) bilinmesi gerekir. Çünkü, orijinalliğinden kuşku duymayacağınız belgelerde de ‘mantık hatası’ bulabilirsiniz. Ayşe Hür burada da bizi ikna edecek bazı argümanlar iler sürecektir, diye ümit etmekteyim.
Sadece Cumhuriyet arşivi değil Hasan Saltık arşivi belgeleri de sahte
Ayşe Hür’ün sahte olduğunu ileri sürdüğü benim yayınladığım mektuplar Hasan Saltık arşivinden. Dersim Gazetesinde yayınlanan belgelerin biri Hasan Saltık diğerleri Cumhuriyet Arşivinden. Ayşe Hür her iki arşivdeki belgelerin “iktidara yakın bir mahfil tarafından üretilen bir dizi sahte belge” olduğunu iddia ediyor. Bu iddia, normal düşünce sınırlarımızı zorlayan çok tuhaf bir iddia. Hele hele Hasan Saltık arşivini zan altında bırakması çok vahim. Ümit ederim, Ayşe Hür gibi tiziz olmaya dikkat eden bir tarihçi-gazeteci ne söylediğinin farkındadır ve elinde bu iddiasını kanıtlayacak bilgiler mevcuttur.
Konuyu fazla uzatmadan, Hasan Saltık Arşivi ve benim belgeleri nasıl aldığım konusunda kısa bir bilgi vermek isterim. Bilen bilir, Hasan Saltık Dersim ve erken Cumhuriyet tarihi konusunda son derece zengin bir arşive sahiptir. Bu arşiv sadece resmi hükümet belgelerinden ibaret değil aynı zamanda zengin bir fotoğraf koleksiyonunu da içerir. Nitekim bu fotoğrafların önemli bir kısmı, çok titiz bir çalışma sonucu Cemal Taş ve Nilüfer Saltık tarafından bir albüm olarak yayınlandı.
Hasan Saltık, arşivindeki belgeleri isteyenlerle paylaşmayı seven birisiydi. Nitekim, benim yayınladığım belgeleri de Saltık arşivinden alan Nevzat Onaran’dır. Onaran, ‘Devletin Dahili Harbi’ adlı kitabında, Hasan Saltık arşivinden çok sayıda belge kullanmıştı. Önemli bir kısmı Umumi Müfettişlik Raporları olan bu belgeler çok dikkatimi çekmiş ve Nevzat Onaran’dan belgelerin orijinallerine bakma izni istemiştim. Sağ olsun, Onaran belgeleri benimle paylaştı. Bu belgelerden iki tanesi söz konusu mektuplar idi.
Gerek Nevzat Onaran ve gerekse rahmetli Hasan Saltık’ın eşi Nilüfer Saltık ile görüşerek iki mektuba ilişkin ek bilgi rica ettim ve kendilerinden belgeleri kullanma izni istedim. Aslında Saltık Arşivi yabancım değildi. Yıllar önce Hasan Saltık ile İstanbul’da buluşmuş, konu hakkında uzunca sohbet etme imkânı bulmuştum. Hasan Saltık bana arşivindeki belgeleri nasıl elde ettiğinin hikayesini anlatmış ve bu belgeleri yayınlayacağını söylemişti. Şimdi sahteliği iddia edilen iki mektup da bu belgeler arasında yer alıyor.
Hasan Saltık’ın, sadece arşivinde kalması amacıyla kendi keyfi için sahte belge üretmek gibi bir işe soyunacağını düşünmek tam bir saçmalık olur. Birilerinin Saltık’ı kandırmak amacıyla, sahte belge üreterek Saltık’a verdiğini düşünmek ise bir başka saçmalık. Hele hele bu belgelerin Hasan Saltık tarafından nasıl elde edildiğini biliyorsanız… Sonuçta, “kasıtlı olarak, bir amaca yönelik kullanılmak üzere değil, sadece turşu kurmak için” sahte belge üretilmeyeceğine göre, Ayşe Hür’ün sahte olduğunu iddia ettiği tüm bu belgeleri üreten “iktidara yakın bir mahfil” kim veya kimler ve acaba niye “bir dizi sahte belge” üretmiş?
Cumhuriyet arşivindeki ve özellikle de Hasan Saltık’ın elindeki belgelerin en azından bir kısmının sahte olduğu gibi son derece gereksiz ve lüzumsuz bir tartışmaya doğru sürüklenmek üzere olmaktan korkuyorum. Her biri birbiriyle son derece uyum içinde ve birbirlerini destekleyen bu belgelerin doğru olduğu basit gerçeğini kabul etmek yerine, izahı mümkün olmayan mecralara dalarak, meçhul “bir mahfil”in, ürettiği sayısız sahte belgenin var olduğu iddiasında bulunmanın hiçbir gereği yoktu. Ciddi makaleleri ve yazılarıyla tanıdığımız Ayşe Hür, olmayacak çıkarsamalarla tahayyül kapasitemizi zorlayıp, spekülasyon ve komplo teorilerine kapı açan bir işe soyunmak yerine, 2014’ten itibaren bilinmeye başlanan bu belgelerin gerçek olduğu basit olgusunu kabul etse çok daha iyi yapardı. Benim yayınladıklarım bu belgeler zinciri içinde ufak bir halka sadece…
Ayşe Hür, Dersim belgelerinin sahteliğini ilan ederken, “1926'da Emile Hilderbrand adlı İsviçreli gazetecinin Mustafa Kemal'le yaptığı röportajın kurgu olduğunu söylemişken” ifadesini kullanıyor. Facebook sayfasında, 1926 yılına ait bu röportajın niçin sahte olduğunu Mete Tunçay tarafından 1988 yılında yayınlanmış bir makaleye atıfla anlatıyor. Ayşe Hür, keşke konuyu biraz araştırsa ve uzun yıllar Türk inkarcılarının en gözde tezlerinden olan ve artık ama bayatlamış olan ‘röportaj sahtedir’ uydurmasını tekrar ederek böylesi fahiş bir hataya imza atmasaydı. Emile Hildenbrant adlı bir kişi var ve röportaj da gerçek. Ayşe Hür’e, Gomidas Institute tarafından 2018 yılında yayınlanan Philip M. Pedley, The Ataturk Interview: Armenian Tall Tales Or An Inconvenient Truth? kitabına bakmasını tavsiye ederim. Kitabın 32’nci sayfasında olmadığını söylediği Emile Hilderbrand’ın bir resmini de görecektir. 1926 röportajının gerçek olduğu artık kapanmış, bitmiş bir konudur.
Türk inkarcılarının, yıllardır Aram Andonian tarafından yayınlanan Talat Paşa’ya ait telgrafların sahte olduğu teziyle, 2016’da benim kitabım yayınlanıncaya kadar hepimizi nasıl kandırdıklarını biliyoruz. Maalesef, 1926 yılındaki Atatürk röportajı da Andonian tezleri benzeri bir tezdir. Korkarım ki, Ayşe Hür’ün Dersim belgeleri konusundaki iddiaları 1926 Emile Hildebrand konusundaki iddialarına benzemektedir. Türk devletinin işine gelmediği, karanlıkları aydınlatmamıza yarayan her belgeye ‘sahtedir’ kulpunu taktığı bir dünyada, Ayşe Hür çapında bir tarihçi-gazetecinin biraz daha titiz davranmasını beklemek hepimizin hakkıdır.
(Agos’un notu: Cevap hakkına her zaman riayet ettiğimizi ve bu konuda bulgulara dayanan yazılara sayfalarımızın açık olduğunu belirtmek isteriz.)
Dersim Katliamı’na dair okuması zor bir mektup
Taner Akçam 22.04.2023
[1] Elimizde, 17 Aralık 1946 tarihli, askerliğini 1937/38 yıllarında Dersim’de çavuş olarak yapmış Ali Öz isimli bir kişiye ait bir mektup var. Ali Öz, Dersim’de katliamları doğrudan örgütleyen Abdullah Alpdoğan’ın koruması olarak görev yapmış ve birçok cinayete hem şahitlik etmiş hem de doğrudan katılmış. Özellikle Abdullah Alpdoğan’ın doğrudan işlediği cinayetleri anlatıyor. Ali Öz’ün mektubunu farklı kılan, ‘şahitliği’, faillerin isimlerini doğrudan anmasıdır. Alpdoğan’ın, ‘Ermenilerin kökünü kuruttuk şimdi sıra Kürtlere ve Kızılbaşlara geldi’ yollu sözleri Türkiye tarihinin çok özlü bir anlatımı gibidir.
Elimizde, 17 Aralık 1946 tarihli, askerliğini 1937/38 yıllarında Dersim’de çavuş olarak yapmış Ali Öz isimli bir kişiye ait bir mektup var.*
Ali Öz, Dersim’de katliamları doğrudan örgütleyen Abdullah Alpdoğan’ın koruması olarak görev yapmış ve birçok cinayete hem şahitlik etmiş hem de doğrudan katılmış. Özellikle Abdullah Alpdoğan’ın doğrudan işlediği cinayetleri anlatıyor.
Mektubun, yazım ve imla (noktalama vb.) hatalarını koruduk. Sadece, okumayı kolaylaştırmak için paragraflara ayırdık.
1988 yılından bu yana işkence ve şiddet konusuyla uğraşırım. Şiddet içeren, şiddet sahnelerinin anlatıldığı o kadar çok metin okudum ki… Zamanla, alışkanlık kazanıyor insan ve başlangıçta okumakta zorlandığınız şeyleri okumanız sorun olmuyor; deriniz kalınlaşıyor.
Ama bu mektubu okurken böyle olmadı, çok zorlandım, okuyamadım. Gözlerim doldu. Yarısında masayı terk ettim. Bitirmek için çok zorlandım kendimi. Sonra da alacağınız cevapları bilseniz bile sizi asla tatmin etmeyecek soruları tekrar edip durdum: bir insan bir başka insana bunları niye yapar? Küçücük çocuklardan ne istiyorsunuz? Mektup şöyle:
Hürmetli Bakanım Şükrü bey,
Ben Dersim harekâtına katılan Çavuş Ali Öz, beni hatırlar mısınız bilemem. 937/938 Dersim harekâtında çavuş olarak görev yaptım. Alpdoğan paşamın sağ koluydum. Koruması olarak bütün harekât boyunca yanında görev yapma şerefine nail oldum. Allah razı olsun paşamızdan, tezkeremde size telefon ederek bana işe girmem konusunda yardım etmenizi rica etti. Ben direk Ankara’ya yanınıza geldim. Birlikte yemek yemiştik. Seka Genel Müdürünü arayarak işe girmemi sağlamıştınız. Allah sizden de razı olsun bakanım. Sayenizde ekmek yuva sahibi oldum, evlendim. İkisi kız, bir oğlan ellerinizden öper üç evlat sahibiyim.
Bugüne kadar her şey mecrasında yürüyordu. İzmir’den asker arkadaşım Ethem yanıma ziyarete geldi. Tamamen kendini kaybetmiş. Onu da İzmir’de siz işe yerleştirmiştiniz. İşten kovmuşlar kendine iş arıyor. On beş gün misafir ettim. Sayın Bakanım, kafayı tamamen üşütmüş fırlayarak yataktan kalkıyor. Komutanım ben yapmayacağım, elini ayağını öpüyüm diye bağırarak sokağa çıkıyor, zor zaptediyorum. Öldürdükleri çocuklar sürekli rahatsız ediyorlarmış. Uyku filan uymuyor, zor bela İzmir’e ailesinin yanına götürüp teslim ettim. Ben geldikten sonra haber aldım. Bileklerini kesip intihar etmiş, çok üzüldüm, Bakanım.
Bu olay beni derinden etkiledi. Benim de yaşadığım üzücü olaylar bir bir aklıma gelmeye başladı. Öldürdüğüm çocukların gözleri beynime işlemiş bende uymamaya, yememeye başladım. Sıçrayarak yataktan kalkıyorum, kendimi kaybediyorum, nereye gittiğimi ne yaptığımı bilemez duruma düştüm. Müdürlerim zorla akıl doktoruna gönderdiler. Sayın Bakanım doktor tüm yaşadıklarımı kâğıda yazdırıp imzalattı. Şimdi ilaç kullanıyorum. Üç ay izin verdiler. Yalnız Bakanım, Paşamız bu yaşananları sivilde kimseye anlatmayın, ananıza, babanıza bile. Yoksa hepiniz asılırsınız demişti. Ben olanları yazdım ve imzaladım. Başıma bir şey gelir mi şimdi bundan korkmaya başladım. Doktordan yazdıklarımı geri istedim, mümkün değil vermiyor. Sayın bakanım Paşama üç defa yazdım, cevap alamadım. Bu konuya el atıp doktordan yazıları alırsanız çok memnun olurum bakanım. Doktora yazdığım yaklaşık olarak şöyleydi.
Mazkirt Tersemek konusunu biliyorsunuz. 937/938 Dersim harekâtına katıldım. Paşanın koruması idim. Şakilerle çok çatışma yaşandı. Kıstırdığımız veya teslim olan şakiler kadın, kız demeden öldürüyor, sonra da tamamını benzin döküp yakıyorduk. Bazen paşa canlı canlı benzin döküp yakın diyordu. Bağırışlar, çığırışlar içinde yanıp kül oluyorlardı, et kokusu bütün genzimizi yakıyordu.
Tersemek başkaydı, Tersemek’ten paşama ihbar geldi. Çocuk ve kadınlar dere kenarına sarp bir yere saklanmışlar ne yapalım diyorlardı. Öldürün, yakın hepsini dedi paşa. İki saat sonra Teğmen bilgi verdi. Hiç kimse çocuklara zarar vermek istemiyormuş, emirleri dinlemiyorlarmış, paşa çok sinirlendi. Bir cemse askerle yola çıktık. Herkes hazır ola geçti, Teğmene ve askerlere vurmaya başladı. Küfür ederek, getirin hepsini düzlüğe dedi. Çocuklar, kadınlar çığrışarak, bağrışarak feryat figan paşanın ayaklarını yalıyorlardı. Ayaklarında üst başlarında doğru düzgün bir şey yoktu. Hepsinin ellerini ayaklarını bağlattı, ağızlarını çaputlarla kapattırdı.
Şimdi askerler size sesleniyorum, bu kızılbaş dölleri hepsi vatan hainlerinin piçleri, arkadaşlarınızın katillerinin piçleri, bunlar büyürse kardeşlerinizi öldürmeye devam edecekler. Bunların kökü kazınmalı, ermeni döllerinin kökünü kuruttuk, bir tek bu kürtlerle, kızılbaşlar kaldı. Çocuklarınızın bu ülkede mutlu yaşamasını istiyorsanız acımadan öldüreceksiniz, hükümet, Cumhurreisimiz taş üstünde taş bırakmayın yakın yıkın talimatını vermiştir. Kimse bu yaptıklarınızdan dolayı yargılanmayacak size söz veriyorum dedi.
Herkes sıra ile birer ikişer kişi öldürecek, bölükte sessizlik, Teğmen başla getirin iki kişi dedi, iki çocuk getirdiler, kafalarına sıktı. İkisi de öldü, üçüncü askere gelince Diyarbakırlı Salih çocukların yanına gitti, önlerine düştü. Komutanım ben yapamam, benim de çocuklarım var, çocuklar masum dedi, yazık bunlara dedi. Paşa, a.na koyduğumun kürdü. Senin ırkın ondan acıyorsun değil mi dedi. Askeri alnından vurdu. Her kim ki emri yerine getirmez sonu onun gibi olur diyerek herkes birer ikişer çocuk, kadın öldürmeye başladı.
Her infazdan sonra paşa kesin ölmeleri için birer ikişer kafalarına kendi ateş ediyordu. Herkes mecburen görevini yaptı, bana gel çavuş sıra sende, üç kız çocuğu kalmıştı. Bunları da sen hallet dedi, çocuklar yere kapanmış altlarına yapmışlardı. Üstü başı perişan vaziyette ağlıyorlardı. Onların gözlerine baktım. Üçünü de öldürdüm, gözleri ciğerime saplandı. Gözlerini unutamıyorum. 70, 80 çocuk, 30 da kadın o gün infaz edildi. Hepsi Murat suyuna atıldı, dere kana bulandı. Birçok asker istifar (istifra. TA) etti, birçok insan öldürdüm, yaktım ama o çocukların gözleri gibi delen göz görmemiştim.
Sayın Bakanım yaklaşık olarak bunları yazdım. İmzaladım eğer doktor bunları savcılığa verirse hepimiz zor duruma düşeriz. Emir kuluyuz, verilen emirleri yaptık ama çoluğumun çocuğumun yüzüne nasıl bakarım. Sayın Bakanım Paşamla da görüşürseniz bu anlattıklarımı kendisine anlatın.
Acele cevap beklerim sayın Bakanım. Yalvarırım o yazıyı doktordan alın Bakanım.
Ellerinizden öperim sayın Bakanım.
17/12/946
İmza
Mektubun akla getirdikleri
24 Nisan yaklaşıyor. Yine 1915 Ermeni soykırımı gündeme gelecek ve sonrasında konu gene ‘konuşulmayanlar’ arasında katılacak. Yayınladığımız mektubu bu gözle okumak gerekiyor. Yani, sanki 24 Nisan üzerine yazılmış gibi… 24 Nisan üzerine yazılacakları da Dersim üzerine yazılmış gibi okumak gerekiyor. Bugüne kadar bu yeterince yapılmadı.
Dikkatinizi çekiyor mu bilemedim. Her büyük katliam, kendi başına ötekilerde izole ederek konuşuluyor. Herkes kendisine yapılan ile ilgili. Oysa öyle çok kesişme noktaları var ki… Bu mektup sadece bir örnek… Alpdoğan Paşa, “Ermeni’nin kökünü kuruttuk şimdi sıra Kürde ve Kızılbaşa geldi”, diyor. Bizim ayrı ayrı anlattıklarımızı onlar bir seferde anlatıyorlar.
Sedat Ulugana, Bir Yarbayın Günlüğünden önemli pasajlar yayınladı. Yarbay, Dersim soykırımını anlatıyor ve “İn köyüne geldik, birçok Ermeni yakalanıp icabına bakıldı,” diyor. Dersimliyi imha ederken, Dersimin Ermeni’si unutulmuyor.
Elinizdeki mektup birçok açıdan çok önemli. Birincisi, bir itiraf. İtiraf, bu topraklardaki kitlesel katliamlarda pek karşılaşmadığımız bir durum. Ermeni soykırımına katılmış, katliamlarda görev almış kişilerin açık itiraflarını içeren hiçbir anı hatırlamıyorum. Evet, bazı anılarda kenarda köşede geçen, “öldürdük” vb. gibi ifadelere rastlanır ama ‘hak ettiler’ havasında söylenir bunlar, sorumluluğu doğrudan üstlenen ve yaşananları açıkça anlatan metinler bulmak zordur. Genellikle, “bildiklerimi benle birlikte mezara götüreceğim,” tutumu egemendir.
Son yıllarda, sözlü tarih anlatımlarıyla birlikte bu tür ‘itirafların’ yer aldığı görüşmeler de yapılmadı değil. Ama o görüşmelerde bile anlatan kişi kendisini soyutlar, olayların dışına çıkartır ve olayları “yaptılar”, “öldürdüler” gibi üçüncü şahıs üzerinden anlatırlar.
Zeynep Türkyılmaz’ın, Dersim’de görev yapmış bir askere ait bulduğu bir anı defteri ve Sedat Ulugana’nın Yarbayının Günlüğü örnek olarak ele alınabilirler. Her iki günlüğün ortak bir özelliği var. Yazarlarının sadece kendilerine yazılmış notlar… İçinde, Türkyılmaz’ın aktardığı anıdaki “Her gün kafa kesmekle uğraşıyoruz”, “dere içinde kurşunla öldürdük” veya Yarbay’ın günlüğündeki “birçok Ermeni yakalanıp icabına bakıldı” gibi ifadeler olmasına rağmen, yazılanlara, Zeynep’in çok yerinde tanımladığı biçimiyle, ‘kötülüğün sıradanlığı’ egemen. Günlük sahipleri, bir ‘itiraf’ta bulunmuyor; imhalardan ‘yemek yedik’, ‘su içtik’ gibi son derece sıradan ifadelerle bahsediyorlar. Türkyılmaz’ın aktardığı günlükte imhalar, askerin soğuktan üşümesi, karnının acıkması veya İzmir’e ve sevgilisine duyduğu özlemle yan yana durur. Hatta, anı sahibi bizden, asıl acı çekenin, zorluklara göğüs gerenin ve acınması gerekenin öldürülen insanlar değil, kendisi olduğuna inanmamızı ister.
Faillerin ismi
Ali Öz’ün mektubunu, bu iki metinden farklı kılan ‘şahitliği’, faillerin isimlerini doğrudan anmasıdır. Örneğin, Alpdoğan Paşa’nın sadece örgütleyen değil, birincil el cinayetleri işleyen bir katil olduğunu uzunca anlatır. Alpdoğan’ın, ‘Ermenilerin kökünü kuruttuk şimdi sıra Kürtlere ve Kızılbaşlara geldi’ yollu sözleri Türkiye tarihinin çok özlü bir anlatımı gibidir. Hristiyanlarla başlayan, ‘Kızılbaşlarla’ ve Kürtlerle devam eden katliamlar ve cinayetler serisi… Bu tabloya, şiddet gösterilerine karşı çıktıkları için imha edilen gençleri, aydınları da eklerseniz, Türkiye’nin özet şiddet tarihini yazmış olursunuz.
Abdullah Alpdoğan
Diyarbakırlı bir Kürt askerin, çocuk öldürmeyi reddettiği için Alpdoğan tarafından öldürülmesi Kürtlerin, Hristiyanların (özellikle Ermeni ve Süryanilerin) imhasından Dersimlilere uzanan katliamlar sırasında değişen rollerine ilişkin yaşadıklarının çok özlü bir anlatımı gibi durur. Öldürmeyi, fail olmayı reddettikleri durumda öldürüleceklerdir… Bu topraklardaki Kürdün dramı budur.
Benim için Ali Öz’ün mektubunda çok farklı olan bir boyut, anlatımdaki ‘insanilik’ ve şiddetin ‘sıcak’ anlatımıdır. ‘İnsanilik’ tanımı doğru mu emin değilim ama kastım öldürülenler, canlı canlı yakılan kadın ve çocuklar, okumaktan zorlanacağımız bir açıklıkla ve acıma duygusu ile anlatılır. Her bir kurban, bir insan olarak karşınızda durur, hepsini tek tek görür ve hissedersiniz. Sanki onları tanıyorsunuzdur… Ağlayan çocukların korkundan altlarına işediklerini okuduğunuzda tüyleriniz diken diken olur.
Kurbanların ‘insan’ olarak tanımlandığı ender itiraf metinlerinden birisi bu. Katliamlarda öldürülenlerden genellikle ‘öteki’ olarak bahsedilir. Kurban, eğer ‘hain’, ‘düşman’ değilse ‘bilinmez’dir. Arada büyük bir mesafe vardır. Burada ise kurbanın ötekileştirilmesi değil aksine bizden birisi olarak anlatılmasına şahit oluruz. ‘Sıcak’ şiddetten kastım ise tanınmış Alman psiko-analist Alexander Mitscherlich’in Naziler örneğinde yaptığı ‘sıcak’ ve ‘soğuk’ şiddet ayırımıdır. Teknolojinin verdiği imkanları kullanarak, kurbanla araya büyük mesafe koyan endüstriyel ‘soğuk’ şiddet ile insanın içindeki vahşet duygularını da açıktan ifade ettiği, kurbanla aradaki mesafenin hemen hemen kaybolduğu ‘sıcak’ şiddet.
Mektubun bir başka özelliği hasta olan, intihar eden faillerden bahsetmesidir. Bu çok önemli konuşulmayan bir gerçekliğimizdir, Türkiye’nin bir aynası gibidir. Öldürülen çocukların ‘gözlerinin ciğerlere saplandığı’ hasta faillerin dolaştığı bir ülkedir burası. ‘Yapamayacağım komutanım” diye uykusunda uyanan ve sokaklarda deliler gibi dolaşan faillerin ülkesi… Ve bu hastalıktan kurtulmanın tek yolunun anlatmak, konuşmak olduğu bilinir ama yapılmaz. Anlatılmaz, konuşulmaz ve susulur. Bilinenler bir sır gibi saklanır. Çünkü anlatılırsa ucunda ölüm vardır, anlatan öldürüleceğini bilir. Ama anlatılmadığı, saklandığı müddetçe de hastalıktan kurtulunamaz. Türkiye’nin bugünkü dramı budur. Öldürüleceği korkusuyla yaşadıklarını anlatmayan ama anlatmadığı müddetçe de hasta olmaya mahkûm bir ülke. Ermeni soykırımında da, Koçgiri’de, Şeyh Sait’te, Zilan ve Ağrı’da olan da budur. Bu nedenle, ayırmadan konuşmamız gerekiyor bu katliamları ve faillere ve onların torunlarına, “konuşun ve ruhunuzu kurtarın,” diye bağırmak gerekiyor. Toplumun hastalıktan kurtulmasının başka şansı yoktur.
* Mektup, Hasan Saltık Arşivinden. Arşivdeki belgeleri benle paylaşan Nevzat Onaran’a ve belgeyi kullanmama izin veren Nilüfer Saltık’a teşekkür ederim.
[2] Seyit Rıza ve altı arkadaşının
idamının 85. yılında: İnönü mü, Bayar mı, Atatürk mü sorumlu?
Yıllardır, 1937-1938’de Dersim’de
devletin iki aşamalı olarak yürüttüğü kanlı harekâtın “asıl” sorumlusunun kim
olduğuna dair bir tartışma sürüyor. Sağ muhafazakâr ve İslami muhafazakâr
çevrelere göre sorumlu, Tek Parti döneminin sembol ismi İsmet İnönü’dür.
CHP’lilere göre ise “asıl” sorumlu, 1946’da Demokrat Parti’yi (DP) kuran Celal Bayar’dır.
Suçun İnönü ve Bayar arasında paylaştırılmasını mümkün kılan, Dersim’in
Tunceli’ye çevrildiği 1935’ten, Dersim’in dinî ve siyasi önderi Seyit Rıza’nın
ele geçirilmesine kadarki dönemde İnönü’nün başbakan olması; Seyit Rıza’nın
idam edildiği tarihte ve 1938 yazındaki İkinci Harekât döneminde ise Bayar’ın
başbakan olmasıdır. (İnönü’nün Başbakanlıktan ayrılmasına dair bir okuma için
tıklayın)
Her iki dönemde gerçekleşen insan
kayıpları ve sürgünler karşılaştırıldığında aslında birinci dönemin ikinciye
göre oldukça “yumuşak” geçtiği görülür. Çünkü İnönü döneminde 265 olan kayıp
sayısı, Bayar döneminde (2011’de dönemin Başbakanı Erdoğan’ın paylaştığı
Jandarma Umum Kumandanlığı belgesine göre) 13.806’ya ulaştığı gibi, 11.683
kişi de sürgün edilmiştir. Ancak ilk dönemdeki harekatların sonunda bölgenin
karizmatik lideri Seyit Rıza ve adamlarının idam edilmesi, ikinci dönemdeki
kayıp ve sürgün bilançosunu unutturmaktadır.
Suçu İnönü ile Bayar arasında
paylaştıran tarafların tek ortak noktası ise olaylardan Atatürk’ü sorumlu
tutmama eğilimidir. Onlara göre, Atatürk o sırada hasta olduğu için,
Dersim’de gerçekleştirilen katliamlardan habersizdir. Bazı Dersimliler de
Atatürk’ü Dördüncü Halife Ali’nin bu dünyadaki suretlerinden biri olarak kabul
ettiklerinden, Atatürk’e toz kondurmayan çevrelere susarak destek verirler.
Bazıları ise, gerçek sorumlunun
Atatürk olduğunu bilir, ancak bunu günümüzde Kürtlere karşı yürütülen baskı
ve zulüm politikalarını meşrulaştırmak için kullanır. Bunun en bilinen örneği
10 Kasım 2009 günü TBMM’de CHP Milletvekili Onur Öymen’in (üç gün sonra yanlış
anlaşıldığını söyleyerek özür dilediği) “Dersim’de analar ağlamadı mı?”
konuşmasıydı.
Kısacası 1937-1938’de Dersim’de
yaşananların kimin sorumluluğunda olduğu meselesi, sadece geçmişe değil,
aynı zamanda günümüze dair bir meseledir.
Atatürk’ün sorumluluğu
Olayların gelişimi göstermektedir ki,
en büyük sorumluluk, ölümüne kadar iktidarın hem hukuken hem de siyaseten en
güçlü adamı olan Atatürk’ündür.
Resmi adıyla "1937-1938 Dersim
Harekatları" Atatürk'ün en güçlü olduğu yıllara ait 1925 Şark Islahat
Planı, 1926-1935 arasında devletin tepesindeki asker ve sivil şahsiyetlerin
hazırladığı Dersim Raporları ile planlanmaya başladı.
Atatürk, Dersim’de iplerin kopmasına
neden olan uygulamaların yürürlüğe konduğu dönemde, örneğin 1935’te Tunçeli
Kanunu çıkarılırken ve Dördüncü Umum Müfettişlik kurulurken gücünün
doruğundaydı.
1 Kasım 1935 tarihli açık oturumda
Atatürk söz almış ve şöyle demişti:
Sayın arkadaşlar! İç idare
teşkilatımızı, yurdun doğu bölgelerinden başlayarak genişletmek ihtiyacını
duymaktayız. Yeniden iki genel ispektörlük (müfettişlik) ve yeniden bazı
vilayetlerin kurulması da lüzumlu görülmektedir. Bu arada Dersim bölgesinde
esaslı bir ıslahat programının tatbiki de düşünülmüştür.
Bu arada Başvekil İsmet İnönü’nün
imzasıyla 7 Kasım 1935’te Munzur Vilayeti Teşkilat ve İdaresi Hakkında Kanun
Layihası‖ başlığıyla TBMM’ye bir kanun tasarısı gönderildi.
Tasarı TBMM’de 25 Aralık 1935’te görüşüldü ve 2884 Sayılı Tunceli Vilayeti İdaresi Hakkında Kanun olarak kabul
edildi. Bu kanunla Elazığ, Bingöl, Tunceli ve Erzincan illerini kapsayan
Dördüncü Umumi Müfettişliğinin kurulmasına karar verilmiş ve yetkileri de
belirlenmişti.
11 Kasım 1935 tarihinde TBMM’ye
sunulan Dördüncü Umumi Müfettişlik Teşkiline Dair Kanun Layihası’nın
gerekçesinde şöyle deniyordu:
Coğrafi sınırları birbirini çevreleyen bir kısım illerin güvenlik ve yasa (inzibat), ekonomi, sosyal ve kültürel noktadan ve bayındırlık bakımından, yüksek salahiyet ve
toplu görüş düzenliğini kollamak gereği ile ülkemizin üç muhtelif
cephesinde, üç Umumi Müfettişlik kurulmuştur. Yeni teşkili takarrür eden
Murat ve Munzur vilayetleri ile Elazığ Valiliğini kaplamak üzere kurulan Dördüncü Umumi Müfettişlik, bu ülkede pek önemli işlerin yapılmasını temin için çok gerekli olmakla beraber, idari ve
içtimai bakımdan özel durumlarla geliştirilmesi zaruri görülen Munzur Vilayeti ile
bu vilayete yakınlıktan ötürü Elazığ ve Murat (Bingöl) Vilayetlerinin birbirlerine ilgili amme ödevlerini idare çığrının en yüksek salahiyetlerle bezenmiş bu teessüsün murakabesine bağlanması, vatandaşların hukuki ve her yönden gelişmesi hususunda çok faydalı görülmüştür.
Bu cümleler Dördüncü Umumi
Müfettişliğin kurulacağı bölge için ne anlam ifade edeceğini
açıklıyordu. Tasarı TBMM’nin 16 Aralık 1935 tarihli oturumunda görüşülerek
kabul edildi. Bütün bunlar olurken Atatürk CB olarak görevinin başındaydı, bu
kararlar alınırken TBMM’de hazır ve nazırdı.
Diğer yandan, 1936’da TBMM açılışında yaptığı konuşmada “Bu korkunççıbanı tümüyle temizleyip koparmak, kökünden kesip temizlemek ve bunu her ne
pahasına olursa olsun yapmak gerektiği”ni savunurken de ciddi bir sağlık
sorunu yoktu.
Dersimlilerin üstüne uçaklarla “Teslim
olmazsanız Cumhuriyet’in kahredici ordusu tarafından mahvedileceksiniz”
bildirilerinin atıldığı 4 Mayıs 1937 günü, Dersim’in kaderini belirleyen
Bakanlar Kurulu’na da Atatürk başkanlık etmişti. Bu toplantıdan çıkan kararda imzası vardı. Gizli kararda şöyle deniyordu:
Sadece taarruz hareketiyle ilerlemekle
iktifa ettikçe isyan ocakları daimi olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun
içindir ki, silah kullanmış olanları ve kullananları yerinde ve sonuna kadar
zarar veremeyecek hale getirmek, köyleri kamilen (tamamen) tahrip etmek ve
aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür.
Serap Yeşiltuna’nın Devletin Dersim
Arşivi (İleri Yayınları, 2012) adlı kitabının 484-536. sayfalarında Genelkurmay’ın
hazırladığı I. Harekât planı ile Atatürk, Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, Müdafaa
Vekili Kazım Özalp ve “Dördüncü Umum Müfettiş ve Tunceli Valisi” General
Abdullah Alpdoğan imzasıyla “gizliliği kaldırılan” 22 belgenin fotokopileri
görülebilir. Gizliliği devam eden belgeleri elbette bilmiyoruz.
Savaş pilotu Sabiha Gökçen
Dersim’i bombalayan uçaklardan birini
kullanan manevi kızı Sabiha Gökçen’i 22 Mayıs 1937’de Ankara’daki Devlet Hava
Yolları salonunda karşılamış, Atatürk “Seninle iftihar ediyorum Gökçen!
Yalnız ben değil, bu olayı çok yakından izleyen bütün bir Türk ulusu iftihar
ediyor... Genç kızlarımızın neler yapabileceklerini bir kez daha bütün dünyaya
ispat ettiğin için övünsen yeridir... Biz asker bir ulusuz. Yedisinden
yetmişine, kadınından erkeğine asker yaratılmış bir ulusuz... Ancak bizim
askerlik anlayışımız asla emperyalist düşüncenin yarattığı bir anlayış
değildir... Barış amacı ile asker olan bir ulusun dünyadaki yeri barış
bayrağının yanıdır” demişti.
10-12 Haziran 1937 tarihinde Trabzon’u
ziyaretinde, bugün Atatürk Köşkü denen konakta, Dersim’le ilgili harekât
planlarını hazırlamıştı. Bugün müze olan köşkte sergilenen haritada, bizzat
Atatürk tarafından konulmuş kırmızı ve mavi işaretler (“bizim kuvvetlerimiz”
ve “isyancıların kuvvetleri” diye) halen görülebiliyor.
Atatürk, Birinci Harekat’ın bittiği ve
Seyit Rıza’nın yargılanmak üzere hapiste beklediği 1 Kasım 1937 günü yaptığı
TBMM’yi açış konuşmasında “Milletimizin layık olduğu yüksek medeniyet ve
refah seviyesine varmasını engelleyecek hiçbir engel düşünmeğe yer
bırakılmadığını ve bırakılmayacağını huzurunuzda söylemekle bahtiyarım.
Tunçeli’deki icraatımız neticeleri bu hakikatin ifadeleridir” demişti.
12 Kasım 1937 günü yanına Sabiha
Gökçen’i de alarak, Dersim’i de kapsayan bir geziye çıkan Atatürk, o sırada
Elazığ’a da uğramıştı. İdamların yapıldığı 14 -15 Kasım 1937 gecesi, Seyit
Rıza ile görüşmüş olduğuna dair ciddi emareler vardı. (Buna dair radyo
programımı dinlemek için buraya tıklayın)
1938’deki II. Harekât
Sabık Başvekil İsmet İnönü “Dersim
müşkilesinden kurtulduk,” demişti, ancak devletin Dersim için başka planları
vardı. Genelkurmay belgelerine göre, “Ovacık İlçesi Adliyesi ve Asker Alma
Şubesi’nin istediği 1.149 kişi hakkında kanuni takibat yapan müfrezeye,
Kaçkerek Köyü’nde 2 Ocak 1938 günü pusu kurulması ve toplam dokuz jandarma
erinin öldürülmesi üzerine, Haydaran ve Kör Abbas aşiretlerine yönelik bir
harekâta” karar verilmişti. 1938 yılı bütçesine “100 günlük harekât için”
979.007 lira ödenek eklendikten sonra 21 Mart 1938’de hükümetin kararı bölge
yöneticilerine tebliğ edildi: “Bu yıl Haziran’dan itibaren Tunceli’de geri
kalan tenkil ve silap toplama harekâtı yapılması, hükümetçe karar altına
alınmıştır.”
Başbakan Celâl Bayar, 29 Haziran 1938’de TBMM’de yaptığı konuşmada şöyle demiştir:
Dersim için tatbik edeceğimiz
programın icabı olarak bu meseleyi suret-i katiyede tasfiye etmek için
alacağımız bir tedbir daha vardı. Yakında ordumuz Dersim havalisinde
manevralar yapacaktır. Bu münasebetle ordumuz Dersim için vazife alacak ve
umumi bir tarama hareketi ile tedip kuvvetlerine destek olaraktan bu meseleyi
kökünden söküp atacaktır.
Ancak 6 Ağustos’ta başlatılan ikinci harekât “isyan bölgesi” ile sınırlı kalmayacak, ahalisi devlete vergi
veren, askere giden Pertek, Mazgirt, Nazimiye, Pülümür ilçelerini ve köylerini,
hatta Dersim’i aşıp Erzincan’ı da kapsayacaktı. Genelkurmay belgelerinde,
“haydut”, “eşkıya”, “şaki”, “dağlı” diye nitelenen gruplar, yine bu
belgelerin diliyle; “köyleri yakılarak imha edilmiş”, “temizlenmişti.” Yine Genelkurmay belgelerine göre, sadece 6-16 Eylül 1938 tarihleri arasında, “tarama bölgesinden ölü ve diri 7.954 kişi çıkarılmış, 1.019 silah toplanmıştı.”
“Gazla fare gibi zehirledik”
Yıllar sonra, Seyit Rıza’nın hukuk
dışı yargılamasını örgütleyen dönemin Malatya Emniyet Müdürü, geleceğin
Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil'in açıklamasına göre, “Dersim
müşkilesi” şöyle bitmişti:
Tercümana Kürtçe anlattı. Tercüman
bize tercüme etti. (Kürt adam şöyle dedi) “Beyanatınız bizi duygulandırdı.
Vereceğiniz isimler üzerinde inceleme yaptık. Üç tanesi hariç bunları size
teslim etmeye karar verdik.” Abdullah Paşa bu üç tanenin kim olduğunu sordu.
İçlerinden biri bu kadın. Bir tane de başka adam var. Abdullah Paşa bu üç
kişinin istisna edilmesine razı olamayacaklarını, bu üç kişinin de teslimi
gerektiğini kabul ettiklerini beyan etti ve bu üç kişinin istisnasının sebebi
sordu. Kürt büyük bir samimiyetle dedi ki: “Bir adamın bir kocası olur dedi.
Siz bir hareket yapıyorsunuz. Bu hareket gelir geçer. Buraları yine Kürt
ağalarına kalır. O zamanlar bize zulüm ederler. Bizi kurtaramazsınız siz. Siz
bütün Dersim’e hâkim olsanız, oraya devlet otoritesi girse zaten biz ağaya kul
olmalıyız. Ama siz yoksunuz, bizim daimî muhatabımız ağa olduğu için ve kudret
de onda olduğu için ve bunlar da şeyh olduğu için, din büyükleri olduğu için,
size değil onlara itaate, sizin değil onların söylediğini yapmaya mecburuz.”
Abdullah Paşa, şimdiye kadar bu işin böyle olduğunu, fakat hükümetin bundan
sonra kararlı olduğunu, Dersim’i de yurdun öbür parçaları gibi hükümetin
otoritesinin cari olduğu ve hükümetin üstünde tek bir otoritenin bulunmadığı
yer yapmakta kararlı olduğunu, ağaların lafına kapılmamasını, meseleyi tekrar
tezekkür etmelerini söyledi. Bunlar kabul etmediler. Sonra biz geri döndük.
Yani meclise. Neticeyi söylüyorum. Bunlar kabul etmediler. Mağaralara iltica
etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları
fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir
hareket oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e
girdi. Dersim böyle bitti. Bugün Dersim’e rahatça gidebilirsiniz. Jandarma da
gider siz de gidersiniz. Yalnız son zamanlarda bilhassa sınırlarda dış
tesirlerden Kürtlerin bağımsızlık hareketi başladı. Kürtlerin bir bölümü
Türkiye’de, bir bölümü İran’da.
Burada kişisel bir açıklama yapmak
istiyorum: Başı ve sonu olmayan bu ifadeler, Kasım 2008 yılında bana posta
yoluyla ulaştırılan bir ses kaydının tarafımca çözülmesiyle elde edilmiştir.
Mektuba göre, kayıtta Süleyman Demirel hükümetlerinin ünlü Dışişleri Bakanı
İhsan Sabri Çağlayangil’le muhtemelen emekli olduktan sonraki bir tarihte
yapılan görüşmeden bir bölüm vardı. Mektupta röportajı yapanın kimliği
belirtilmemişti. (Bu kişinin emekliliğinde Dersim’le ilgili bir kitap yazmak
için araştırmalar yapan, o günün bürokratı, bugünün CHP lideri Kemal
Kılıçdaroğlu olduğunu yıllar sonra öğrendim.)
Çağlayangil’in İkinci Dersim Harekâtı
sırasında Malatya Emniyet Müdürü olduğunu biliyordum. Dolayısıyla tanıklığını
önemli görmüştüm. Üstelik Dersim’de gaz kullanıldığı şeklindeki vahim iddia ilk
kez bu kadar üst düzey bir tanık tarafından telaffuz ediliyordu. Çağlayangil’i
yakından tanıyan kişilere teyit ettirdikten sonra sesin ona ait olduğundan emin
oldum. Bunun üzerine bant kaydını bu bilgilerle birlikte, 16 Kasım 2008 tarihli
Taraf gazetesindeki köşemde, “1937-1938 Dersim’de neler oldu?” başlıklı yazımda
paylaştım. Yazıda belirttiğim üzere, isteyen herkese mail yoluyla ses kaydını
gönderdim. Ancak bu açıklama o tarihte değil, bir yıl sonra CHP Genel Başkan
Yardımcısı Onur Öymen, 10 Kasım 2009 günü TBMM’de yaptığı konuşmada bazı tarihi
olayları sayıp “O zaman da analar ağlamadı mı?” demesi üzerine, Taraf’ın 16
Kasım 2008 tarihli yazımı yeniden basması üzerine dikkat çekti. O günden beri
Taraf yazıma atıf yapılmadan pek çok kaynak tarafından paylaşıldı.
Parantezi kapatıp devam edersem,
Atatürk, hastalığı dolayısıyla Celâl Bayar tarafından okunan 1 Kasım 1938’deki
Meclis’i açış konuşmasında, Tunceli’de “haydutluk ve eşkıyalık olaylarının bitirilerek, ulusal egemenliğin sağlanmasından duyduğu kıvancı” dile
getirmişti.
II. Harekât sırasında Atatürk’ün seyir
defteri
Evet, bu dönemde yürütmenin başı Celal
Bayar’dır ve son derece kanlı bu II. Harekatın asli faillerinden biridir.
Bayar'ın sorumluluğunun Dersimliler arasında gayet iyi bilindiğini meşhur
Çukurbeyler Ağıdı'ndan da biliyoruz. Ancak Bayar’ın da üstünde devletin başı
Atatürk vardır. Yıllardır, II. Harekat sırasında Atatürk’ün sağlığının çok
bozuk olduğunu, dolayısıyla Dersim’de olan biten konusunda bırakın
sorumluluğunu, olaylardan haberinin bile olmadığını ileri sürenlere hatırlatmak
isterim ki, 1938’in Ocak ayında Dersim bölgesinde bazı “asayişsizlik
olaylarının” Genelkurmay’a iletilmesiyle alındığı anlaşılan II. Harekât
kararının alındığı Ocak ayında Atatürk’ün sağlığında ciddi bir bozulma yoktu,
hükümet ve devletle ilgili işlerini düzenli yürütüyordu. Atatürk’ün, harekât
hazırlıklarının sürdüğü dönemin sonlarına gelindiği bir tarihte artık hastalığı
onu rahatsız etmeye başlamıştı. Yine de 19 Mayıs 1938 günü Atatürk Stadyumu’nda
henüz resmen “milli bayram olmayan gençlik ve spor gösterilerini izledikten
sonra, 16:30’da stadyumdan ayrıldığını ve Hatay’ın Türkiye’ye ilhakı projesi
kapsamında planladığı Mersin-Adana gezisine başlamak üzere gara gittiğini
biliyoruz. 50 yaş üstü kuşağın zihnine nakşolmuş, Atatürk’ün trenin
penceresinden hüzünle bakan yüzünü gösteren o ünlü fotoğraf, bu geziden
kalmıştır. Seyahat 24 Mayıs 1938’de tamamlanacaktır.
Harekatın başlayacağına ilişkin
Dahiliye Vekili Şükrü Kaya’nın Başvekalet’e (yani Celal Bayar’a) yazdığı yazı 4
Haziran 1938 tarihini taşıyor. Utkan Kocatürk’ün hazırladığı Kaynakçalı Atatürk
Günlüğü’ne göre harekatla ilgili yazıya temel oluşturmuş olması muhtemel
görüşmelerin yapıldığı 1 Haziran 1938 tarihinden itibaren Atatürk’ün günlük
programı şöyle:
1 Haziran 1938 günü Atatürk o gün
İstanbul’a varan Savarona yatına geçmiş (25 Temmuz’a kadar yatta kalacaktır)
geçmiş, 2 Haziran’da Başbakan Celal Bayar, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, İstanbul
Valisi Muhittin Üstünağ’ı kabul etmişti. 3 Hazian’da Savarona ile Marmara’da
beş saat bir süren bir gezinti yapmış, 8 Haziran’da çağrı üzerine Paris’ten
gelen Prof. Dr. Fiessinger’e muayene olmuştu. 11 Haziran’da yine Celal Bayar’ı
kabul etmişti. 16 Haziran’da Celal Bayar, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ve
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile görüşmüş, ardından Maliye Bakanı Fuat Ağralı’yı
kabul etmişti.
19 Haziran’da Romanya Kralı II.
Carol’u kabul etmiş, 20 Haziran’da Genelkurmay Fevzi Çakmak’ın da katıldığı
dört buçuk saat süren bir Bakanlar Kurulu olağanüstü toplantısına başkanlık
etmişti. Utkan Kocatürk bu toplantının Hatay sorunu ile ilgili olduğunu
söylüyor ama 4 Haziran’da harekat kararı alınan Dersim’i konuşmamış olmaları
mantığa aykırı.
27 Haziran’da Celal Bayar’ı tekrar
kabul eden Atatürk 29 Haziran’da İstanbul Valisi Üstündağ ile İçişleri Bakanı
Şükrü Kaya ile tekrar buluşuyor. Utkan Kocatürk’e göre konu İstanbul’un imarı
ama Şükrü Kaya’nın imarla ilişkisini anlamak zor.
3 Temmuz’da Celal Bayar’la buluşma, 8
Temmuz’da Paris Büyükelçisi Fethi Okyar’ı kabul etmiş, 9 Temmuz’da üç saat
süren Bakanlar Kurulu toplantısına başkanlık etmişti. Bu olağanüstü toplantının
gündemi hiçbir yerde yayımlanmadı ama Hatay ve Dersim’i konuştuklarını düşünmek
mantıklı geliyor bana.
16 Temmuz’da Prof. Fiessinger
Paris’ten üçüncü defa gelerek Atatürk’ü muayene etmişti. Atatürk’e zatürre
başlangıcı teşhisi konulmuştu. 18 Temmuz’da ateşi kontrol altına alınmış, bir
hafta boyunca istirahat etmişti, 26 Temmuz’da İzmir, Afyon ve Kütahya’daki
askeri denetleme gezisinden dönen Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’la Başbakan
Celal Bayar’ı kabul etmişti.
30 Temmuz günü konukları, Bükreş’ten
dönen Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ve Ankara’dan gelen İçişleri Bakanı
Şükrü Kaya idi. Daha sonra onlara Başbakan Celal Bayar da katılmıştı.
31 Temmuz ve 6 Ağustos tarihleri
arasında Atatürk’ün sağlığı yine bozuldu. Bu günlerde kendisini Viyana’dan
gelen Prof. Dr. Eppinger, Berlin’den davet edilen Prof. Dr. Bergmann muayene
etti. Daha sonra bu doktorlara Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Dr. Nihat Reşat Belger
de eşlik etti.
8 Ağustos günü Atatürk, Dolmabahçe
Sarayı’nda Paris Büyükelçisi Suat Davaz’ı kabul etmiş; 10 Ağustos’ta Harf
İnkılabı’nın 10. yıldönümü nedeniyle Kültür Bakanı Saffet Arıkan’ın telgrafına
cevap vermiş, 18 Ağustos’ta Dolmabahçe Sarayı’nda Hatay’dan gelen Tayfur
Sökmen’i kabul etmiş, 19 Ağustos’ta Dolmabahçe Sarayı’nda, izinli olarak
Türkiye’de bulunan Moskova Büyükelçisi Zekâi Apaydın, Varşova Büyükelçisi Ferit
Tek, Tahran Büyükelçisi Enis Akaygen, Brüksel Büyükelçisi Cemal Hüsnü Taray, Sofya
Büyükelçisi Şevki Berker ve Bağdat Büyükelçisi Tahir Lütfi Tokay’ı toplu olarak
kabul etmiş, görüşmüş ve direktifler vermişti.
20 Ağustos’ta Uluslararası 8. İzmir
Fuarı’nın açılışı nedeniyle Başbakan Celâl Bayar’a telgraf çekmiş, 22
Ağustos’ta yine Dolmabahçe Sarayı’nda fuarın açılışından dönen Başbakan Celâl
Bayar’ı kabul etmişti.
23 Ağustos’ta Dolmabahçe Sarayı’nda
Başbakan Celâl Bayar, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ve Maliye Bakanı Fuat
Ağralı’yı kabul eden Atatürk, 28 Ağustos’ta “Doğu Manevraları”nın [İkinci
Dersim Harekâtı] bitişi nedeniyle (Harekât, bu tarihte bitmemiş, 6-16 Eylül
1938 arasında son bir tarama harekâtı daha yapılmıştı) Genelkurmay Başkanı
Fevzi Çakmak’ın telgrafına şöyle cevap vermişti:
Türk ordusunun yarattığı zaferin bu yıldönümü
günlerinde kalbim orduya karşı takdir ve şükran hisleriyle doludur. Sizin ve
tercüman olduğunuz aziz silâh arkadaşlarımın hakkımda gösterdikleri samimî ve
asil duygular, o günlerdeki hatıralarımı canlandırdı, heyecanlarımı artırdı.
Atatürk 29 Ağustos’ta Dolmabahçe
Sarayı’nda Birinci Dersim Harekatı’na savaş pilotu olarak katılan Sabiha
Gökçen’i kabulü sırasında şunları söyleyecekti:
30 Ağustos’u bensiz kutlayacaklar!
Oysa o kadar isterdim ki törene katılmayı… Çocuklarımızı görmeyi, modern araç ve
gereçlerle donanan ordumuzun geçişini görmeyi… Biliyor musun Gökçen,
bayramımızı da özledim; onun şöyle anlı şanlı dalgalanışını, göklerle
bütünleşmesini…
29 Ağustos’ta Dolmabahçe Sarayı’nda
(harekât bölgesinin kalbi) Elâzığ’dan İstanbul’a dönen Başbakan Celâl Bayar ve
Millî Savunma Bakanı Kâzım Özalp’la görüşen Atatürk, aynı gün İtalya
Büyükelçisi Ottavio de Peppo’nun güven mektubunu kabul etmiş, 30 Ağustos’ta
Dolmabahçe Sarayı’nda Başbakan Celâl Bayar’dan İstanbul’da yapılan 30 Ağustos
töreni hakkında bilgi almış, ardından Sabiha Gökçen’e o günkü tüm gazetelerde
yer alan 30 Ağustos’la ilgili yazıları okutmuştu.
3 Eylül’de Hatay Millet Meclisi’nin
açılması ve Devlet Başkanı’nın seçilmesi üzerine Başbakan Celâl Bayar’a,
Trans-İran demiryolunun açılış töreni nedeniyle İran Şahı Rıza Pehlevi’ye ve 4
Eylül’de Hatay Devlet Başkanlığı’na seçilen Tayfur Sökmen’e tebrik telgrafları
dikte ettirmiş, 5 Eylül’de Dolmabahçe Sarayı’nda vasiyetini yazdırmış ve 6
Eylül’de vasiyetini, Dolmabahçe Sarayı’na çağırdığı İstanbul Altıncı Noteri
İsmail Kunter’e teslim etmişti. Aynı gün Prof. Dr. Fiessinger, Paris’ten
dördüncü defa gelmiş ve Atatürk’ü muayene etmişti.
7 Eylül’de Prof. Dr. Mim Kemal Öke
tarafından ilk defa karınından su alınması ameliyesinin yapılmış aynı gün
Atatürk’ün, kendisine Meclis’in ve Hatay halkının minnet ve bağlılıklarını
bildiren Hatay Millet Meclisi Başkanı Abdülgani Türkmen’in telgrafına cevabı
yazdırmıştı. 8 Eylül’de, Dolmabahçe Sarayı’nda, bir gün sonra Milletler
Cemiyeti toplantısına katılmak üzere Cenevre’ye gidecek olan Dışişleri Bakanı
Tevfik Rüştü Aras’la görüşecekti. Aynı gün kendisine Dr. Nihat Reşat Belger,
Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Prof. Dr. Fiessinger tarafından “Hepatite
sclereuse hypertrophique, type Hanot et Gilbert” teşhisi konacak, buna rağmen 9
Eylül’de Dolmabahçe Sarayı’nda, Paris Büyükelçisi Suat Davaz’la, 10 Eylül’de
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Budapeşte Büyükelçisi Behiç Erkin’le görüşecekti.
Ve nihayet, Dersim’de askeri harekatın sonlandırılmasından önceki son eylemi 12
Eylül’de İzmir’in 16. Kurtuluş yıldönümü nedeniyle Belediye Başkanı Behçet Uz
tarafından çekilen 9 Eylül 1938 tarihli saygı telgrafına cevabı olacaktı.
Bu kronoloji ve kendisine yönelik
doktor tavsiyelerinin niteliği, Atatürk’ün İkinci Dersim Harekâtı sürerken
fiziken rahatsız ancak zihnen sağlıklı olduğunu gösteriyor. Nitekim, Atatürk
sirozun belirlendiği 23 Ocak 1938’den son ve kesin komaya girdiği 8 Kasım 1938
tarihine kadar geçen dokuz ayda, 16 gezi ve ziyaret yaptı, yerli ve yabancı 55
kabul, altı toplantı düzenledi, yerli-yabancı 21 kişi ve kuruluşa değişik
konularda yazı ve telgraflar gönderdi, iki fabrika açılışı yaptı.
Ancak Serap Yeşiltuna’nın belgeler
kitabında, 555-910. sayfalarında “gizliliği kaldırılmış” belgelerin ilki olan
II. Dersim Harekatı’na “en erken 2 Haziran 1938 günü başlanabileceğine” dair
Genelkurmay yazısının ekli olduğu 3 Haziran 1938 tarihli Dahiliye Vekili Şükrü
Kaya imzalı yazıdan 30 Ekim 1938 tarihine kadarki yazıya kadarki belgelerde
Atatürk imzalı olan yok. Bu belgelerin ezici çoğunluğu Tunceli Valisi General
Alpdoğan imzasını taşıyor ve gün gün harekat hakkında Müdafaa Vekili’ne ve
Genelkurmay’a bilgi veriyor. 911 ile 948. sayfalar arasındaki belgeler ise
harekatın ardından yapılan tarama faaliyetlerine ilişkin olup tarihin büyük bir
ironisi olarak bu konudaki 1 Aralık 1938 tarihli son belge I. Dersim
Harekatı’nda Başbakan olan, 11 Kasım 1938’de Cumhurbaşkanlığı’na seçilen İsmet
İnönü’nün imzasını taşımakta. Bütün bu bilgileri birleştirince, Dersim’le
ilgili tüm hayati kararları Atatürk başkanlığındaki heyetin aldığı,
İnönü’nün ve Bayar’ın Atatürk’ün riyaseti altında siyaset yaptığı anlaşılır.
Zaten, 1936-1939 yılları arasında Sancak’ın Hatay adıyla önce bağımsız devlet
oluşu, ardından da Türkiye’ye ilhakını “Atatürk’ün siyasi, askeri ve diplomatik
başarısı” olarak kutlarken, Dersim harekatlarında Atatürk’ü etkisiz, zayıf,
olan bitenden habersiz bir lider olarak sunmak büyük bir çelişkidir.
Necip Fazıl’ın kaleminden “Atış
Poligonu Olarak Dersim”
Peki, hem İnönü, hem Atatürk döneminin
Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın sorumluluğu yok muydu? Öyle ya askeri
harekatlar tamamen onun kumandasındaydı. Tahmin edileceği gibi Çakmak konusunda
milliyetçi-mukaddesatçı ve İslamcı çevreler büyük bir suskunluk içindedir.
İlginç biçimde bu konuda tek konuşan sağın idol ismi Necip Fazıl Kısakürek’tir.
Yine ilginçtir Kısakürek, sorumluluğu İnönü, Bayar ve Çakmak’ın üstüne yıkarken,
Atatürk’e suçlama getirmez. Nasıl mı? Şöyle:
Siyasi hayatına CHP’li olarak başlayıp
DP’li olarak bitiren Necip Fazıl, o günlerin ruhuna uygun olarak CHP iktidarını
eleştirmek için, resmi tarihin karanlık odalara tıktığı olayların üstüne
gitmişti. 27 Ocak 1950 tarihli Büyük Doğu’da tefrika edilmeye başlayan “Doğu
Faciası” başlıklı yazı dizisinde (‘Dedektif X Bir’ mahlasını kullanmıştı),
1937-1938 “kanlı Dersim hareketi”nde “en aşağı 50 bin” “saf ve masum
Müslüman’ın, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil, ısırgan otu gibi
doğranması” olayı son derece etkili bir dille ve örnekler verilerek anlatmıştı.
Yazarın yaklaşımı hakkında fikir vermesi için yazıdan birkaç pasaj aktarmak
istiyorum.“Tarih boyunca meydana gelen
faciaların en büyüğü
(…)
5- Dersim isimli vatan parçasında
cereyan eden bazı münferit şekavet ve isyan halleri, bunların tedip (terbiyesi)
ve tenkili (cezalandırılması) bahanesiyle bütün masum sekenesiyle
(sakinlerinin) kökünden kazınması gibi bir harekete vesile olmuş ve birkaç yüz
veya birkaç bin sergerdenin (başıboşun) kanuna zıt vaziyeti, on binlerce saf ve
masum Müslümanın, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil (engelli),
ısırgan otu yolunur gibi doğranması işinde sebep(!) rolüne çıkarılmıştır.
6- O zamanki hükümetin, o bölgede bir
türlü tesis edemediği huzur ve bir türlü kök saldıramadığı rejim kaygısı, nasıl
böyle bir harekete cevaz bahşedebilir ki (izin verebilir), böyle olunca, bir
babanın terbiye edemediği çocuğunu öldürmesi ve bir öğretmenin ders
anlatamadığı talebesini zehirlemesi lazım gelir. Kaldı ki, baba, kusurlu
çocuğuyla beraber onun etrafındaki günahsız seyirci çocuklarını ve öğretmen,
bütün sınıfını zehirleyecek olursa, bu tarihi itisafların (doğru yoldan
sapmaların) en büyüklerinden biri olur.
(…)
9- En aşağı 50 bin Müslüman’ın kanını
ve canını ihtiva etmesi bakımından, böylece, kalın hatlariyle bir harita gibi
çizdiğimiz ve şu anda yalnız ana prensip ve manasiyle tespit ettiğimiz bu
facianın, gelecek sayımızda iç bünyesine ve mahrem iklimine gireceğiz.
(…)
Örnekler: Aşağıdaki örnekler, üzerinde
dağ gibi bir silindir geçmiş ve kanlı bir pestile dönmüş bir vücuda ait öyle
kan pıhtılarıdır ki, vücudun ne çektiğini ifade etmek bakımından son derece
veciz birer sembol mahiyetindedir. Her şey bunlara kıyas edilerek, on binler
çapında mikyaslandırılabilir:
1- Elazığ Ortaokulunda okuyan iki
çocuk… Tatili geçirmek üzere memleketleri olan Hozat’a geliyorlar ve facianın
tam üstüne düşüyorlar. Hozat yakınlarındaki (köyün ismi vesikada okunamamıştır)
A köyüne geldikleri zaman babaları Yusuf Cemil’in öldürülmüş olduğunu
öğreniyorlar. Ana baba günü… Çocuklar birkaç gün dağda ve kırda başıboş
dolaştıktan sonra Hozat Kaymakamına başvuruyorlar: ‘Babamızı suçsuz olarak
öldürttünüz, bari bizi bir tarafı gönderin de başımızı sokacak bir yer
bulabilelim!’… Aldıkları cevap şudur: ‘Şimdi sizi rahat edebileceğiniz bir
yere, babanızın yanına göndereceğiz!’ Çocuklar odadan sürükletilerek
çıkartılıyor ve jandarma muhafazasında gittikleri yolda süngületiliyorlar.
Böylece babalarının yanına gönderilmişlerdir.
(…)
3- Birinci maddedeki Yusuf Cemil’in
köyünden 200 kadın ve çocuk öldürtülmüş ve bunların cesetleri buğday sapları
üzerinde yakılmıştır. Öldürülenler arasında Elazığ’da askerliğini yapan ve o
sırada izinli olarak köyünde bulunan Rüstem adlı biri de vardır. Bu zavallı,
mezun olduğunu ve isterlerse hüviyet ve izin kağıdını gösterebileceğini
söylediği halde derdini dinletemiyor ve dört çocuğu ve seksenlik anası
arasında, onlarla beraber kurşunlanıyor.
(…)
5- Bu aralık Hozat’ın Zımbık köyünde
Şekspir’in hayaline bile taş çıkartacak bir vak’a cereyan etmektedir. Erkekleri
tamamiyle doğranmış olan köyün 100 kadar kadın ve çocuğu sivri uçlu aletle
öldürülüyor. Öldürülen kadınlar arasında biri, doğurmak üzere olan bir gebedir.
Bu kadının karnına giren sivri uçlu alet, barsaklarını yere döküyor, rahmini
parçalıyor ve kendisini öldürüyor.
(…)
7- Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı
doğranmakta… Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında 20 kadar
çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Vaziyet birden haber alınıyor.
Çocukların öldürülmeleri emri veriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek
kimse zuhur edemiyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız masumlara silah
kullanamıyacaklarını söylemeğe mecbur kalıyorlar. Tecrübe birkaç defa akamete
uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet en kara yüzlü çingeneden daha
karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve bir derece içinde titreşe titreşe
bekleyen 20 masumun işi bitiriliyor.
8- Murat suyunun kandan kıpkızıl
aktığını görenler olmuştur.
9- Celal Bayar’ın Başvekil ve Mareşal
Fevzi Çakmak’ın Genelkurmay Başkanı bulunduğu 1938 yılında cereyan eden Dersim
faciası, her türlü tavsifin [nitelemenin) üstündedir.”
Necip Fazıl yazının 10 Şubat 1950'de
yayımlanan ikinci bölümünde genel bir değerlendirme yapmıştı. Bu bölümde,
"Tunceli'nin 108 bin insanın 15 bin kadarının""Kürt zannedilmek
ve yarısından fazlası Alevi olmak şartıyla” “aslında “saf ve halis Türk” ve
“asli ve mümessil unsurlarıyla Müslüman” olduğuna dair bildik
milliyetçi-mukaddesatçı tezleri tekrarlamıştı. “Son inkılap kansızca ve
açıkgözce teslim aldığı Anadolu bütününü, teslim aldıktan sonra yıldırmak(!)
için Dersim’i (poligon) olarak kullanmış ve bu poligon’un hedefleri içine gebe
kadınların çıkık karınlarına ve ağzı süt kokan çocuklarına kadar en aziz eşyayı
merhametsizce dahil etmiş ve on binlerce cana kıymıştır…” dedikten sonra tekrar
failleri şöyle saymıştı:
Dersim Faciası yarının tarih savcısı
elinde büyük amme davası olarak açılacak olan 1 numaralı dava dosyasını
gösteriyor. Bu dosyada 1 numaralı mesul, son 25 senelik ruhi izmihlalin
(çöküşün) 1 numaralı müessiri (İnönü’yü kastediyor olmalı), 2. ve 3.
numaralılar da şanlı demokrat Celal Bayar ile maalesef görünüşiyle içi ve
mazisi birbirine uymıyan Mareşal Fevzi Çakmak’tır. Öbür numaraları kaydetmeğe
bile değmez.
Necip Fazıl’ın “kaydetmeye değmez”
derken Atatürk’ü kastettiğini düşünmüyorum. Ancak adını olumla ya da olumsuz
bir bağlamda anmaması da ilginç göründü bana. Yine de İslamcı eğilimleriyle
kendi çevresinin adeta toz kondurmadığı Fevzi Çakmak’ı mesul ilan etmesi çok
önemli. Ama daha önemlisi, devletin Dersim’e bakışını tersten de olsa gayet net
bir biçimde anlatması.
Sözün özü, 1937-1938 yıllarında Dersim’de yaşanan ve
1948 Soykırım Sözleşmesi’nde yapılan tanımlara maalesef uyan korkunç olayların
sorumluluğundan ne Cumhuriyetimizin kurucu babası Atatürk ne CHP geleneğinin
sembol ismi İnönü, ne sağ muhafazakâr geleneğin temsilcisi Celal Bayar, ne
de İslami muhafazakârların saygıyla andığı Fevzi Çakmak kurtulabilir. En az
bu şahsiyetler kadar sorumlu olanlar ise, tarihimizin bu karanlık sayfalarıyla
hesaplaşmaya, mağdurlardan özür dilemeye, kayıp kızları bulmaya, kısacası
Dersim’in yaralarını sarmaya teşebbüs etmeyen siyasetçiler, bu konuyu gündeme
getirmeyen aydınlar, bilim insanları, gazetecilerdir.