İşve: (ﻋﺸﻮﻩ)
i. (fromAR. ‘işve) Güzelin gönül çekici ve şuh hâli, cilvesi, naz ve edâsı:
Eğilmeziz nüsha-i mihr ü vefâdan kılma bahs / Gerçi fenn-i işvede hûban
mâhirdir bütün (Fıtnat Hanım). Yelpâze çevrilir gibi birden dönüşleri / İşveyle
devriliş, saçılış, örtünüşleri (Yahyâ Kemal). Renk, işve, fısıldaşma, ışık,
kahkaha, rü’yâ / Baştan başa bir başka hayâl âlemi dünyâ (Orhan S. Orhon).
İşve-füruş (ﻋﺸﻮﻩ
ﻓﺮﻭﺵ) birl. sıf. (Fars.
furūş “satan” ile) Nazlanan, naz eden: Nakd-i cân ile hırîdârı olurdum vaslın /
Meclisimde ol büt-ı işve-fürûş olsa bile (Fıtnat Hanım).
İşve-ger (-kâr) ( ﻋﺸﻮﻩﮔﺎﺭ–
ﻋﺸﻮﻩﮔﺮ) tür. sıf. (Fars.
-ger/-kār ekleriyle) Edâlı, nazlı: Bağteten geldikçe yâda ol nigâr-ı
işve-kâr (Cenap Şahâbeddin). Edâlı kumruların rûh-ı
işve-kârı gibi (Hüseyin Sîret).
İşve-nümâ (ﻋﺸﻮﻩ ﻧﻤﺎ) birl. sıf. (Fars. numā “gösteren” ile) İşveli,
nazlı.
İşve-pesend (ﻋﺸﻮﻩ
ﭘﺴﻨﺪ) birl. sıf. (Fars.
pesend “beğenilmiş” ile) İşvesi beğenilen, nâzı, edâsı hoşa giden: Bilirim
va’de vefâ eylediğin gerçektir / Lîk yok sabra mecâl işve-pesendim tîz gel
(Esrar Dede).
İşve-riz (ﻋﺸﻮﻩ
ﺭﻳﺰ) birl. sıf. (Fars. rіz
“döken” ile) İşve saçan.
İşve-saz (-zen) ( ﻋﺸﻮﻩ ﺯﻥ– ﻋﺸﻮﻩ
ﺳﺎﺯ) birl. sıf. (Fars. sāz
“yapan” ve zen “vuran” ile) İşveli, şuh.
İşve: (ﻋﺸﻮﻩ
ﺑﺎﺯ) sıf. ve i. (fromAR.
‘işve ve FA bāz “oynayan” ile ‘işve-bāz) Naz edici, edâlı, işveli (kimse):
Hükmü çok sürmez. Sizi darıltan / Bir işvebâzın pek hasnâ ise / Suçunu geçmemek
mümkün müdür? (Ahmed Vefik Paşa). Bir tavr-ı işve-bâzâne ile yanaklarını
okşayıp… (Hüseyin R. Gürpınar).
İşvebaz: i. İşvebaz olma durumu: Ancak bu şekiller intizam,
zerâfet, işvebazlık dâirelerinde deveran ederdi (Ahmed Midhat Efendi). La
Rochefoucauld’ya göre aşkın “koketri”yi yâni işvebazlığı öldürmesi lâzımdır
(Peyâmi Safâ).
İşveli: sıf. Hal ve davranışları gönül çekici ve edâlı olan,
nazlı, cilveli, şuh.
Şuh: (ﺷﻮﺥ)
sıf. ve i. (Fars. şūḫ)
1. Serbest ve neşeli tavırlı, işveli, cilveli (kadın): Kıl
hazer alma sakın âşık-ı zârın âhın / Seni bir şûh-ı sitemkâra felek düş eyler
(Fıtnat Hanım). Kazâ âşûb-ı dehri çeşm-i cânânımdan öğrensin / Kıyâmet fitneyi
ol şûh-ı fettânımdan öğrensin (Leskofçalı Gālib). Onlar bize (…) yolda, vapurda
görüp beğendiğimiz, zaman zaman hatırladığımız şuh ve güzel kadınlardan birer
tebessüm ve tatlı bakış gibi gelirdi (Ahmet H. Tanpınar).
2. sıf. Neşeli, canlı, hareketli, şen, kıvrak: “Şuh
kahkaha.” “Şuh bakış.” Kaç kerre senin sîne-i şûhunda bayıldım (Hüseyin Sîret).
O ne hoş gülüştür, bu ne şuh edâ (Enis B. Koryürek). Aynı şakacı, genç ve şuh
gözleri seziyordum (Yâkup K. Karaosmanoğlu).
Şuh-meşrep (ﺷﻮﺥ
ﻣﺷﺮﺏ) birl. sıf. (Ar.
meşreb “yaratılış, huy” ile) Şuh yaratılışlı, neşeli, canlı: Molla Lütfi gāyet
latîfeci, şuh-meşrep olduğundan Fâtih hazretleri ekseriya bununla şakalaşır,
eğlenirmiş (Fâik Reşat).
Şuhluk: i. Şuh olma durumu: Bunu her zamanki şuhluğuyle (…)
söylemişti (Ahmet H. Tanpınar). Hiç değişmeyen bir husûsiyeti vardır ki o da
alaycılığı ve şuhluğudur (Yâkup K. Karaosmanoğlu – Ö.T.S.).
CİLVE
(ﺟﻠﻮﻩ)
i. (Ar. cilve)
1. Hoşa gitmek, ilgi çekmek için takınılan çekici tavır,
edâlı davranış, kırıtma, naz, işve, edâ: Bir güzel bilirim, bir daha bilmem /
Onda gör cilve nedir, edâ nedir (Câhit S. Tarancı). Harfendazlık edebiyâtı, mâlûm
ve gelişmiş hudutları içinde hedefe çekilen ok gibi gidip sâhibini bulur, çok
defa da işveler ve cilvelerle karşılık görürdü (Sâmiha Ayverdi).
2. Hoş ve latif bir şekilde görünme, ortaya çıkma, tecellî
etme: Cümle-i aslâb u erhamdan o nûr / Cilve vü cevlân ile kıldı ubûr (Süleyman
Çelebi). Cilve-i aks-i ruhun âyînede ey reşk-i hûr / Rûşen etmiş anı kim
hûrşîddendir aya nûr (Fuzûlî).
3. Göz alıcı ve zevkli hareketlilik: Pek az mîmârîde taş
mekanik rolünü, şekiller sâbit hüviyetlerini İstanbul câmileri kadar unutur,
pek az mîmârî kendisini ışığın cilvelerine İstanbul mîmârîsinde olduğu kadar
hazla, onun tarafından her an yeni baştan yaratılmak için teslim eder (Ahmet H.
Tanpınar). Kalemin ve rengin anlatamayacağı uçucu bir cilveyle ışıldayan enfes
çiniler (Rûşen E. Ünaydın).
4. mec. Hesapta bulunmayan olay, oyun: “Feleğin cilvesi.”
“Hayâtın cilvesi.” Hele şu cilve-i kadere bak (Ömer Seyfeddin). Ah barut! Bir
cilve-i tesâdüf olmak üzere hemen hemen aynı zamanda Bakon ile Şuvarts’ın îcat
ettikleri bu mahallî toz olmayaydı (…) şedâid-i harbiyye binde bir nisbetine
inecekti (Cenap Şahâbeddin).
5. (Allah hakkında) Zuhûra gelme, varlıklarda ve insanda
kendini gösterme, kulun kalbinde hissedilir duruma gelme, tecellî, zuhur: Her
nakş-i bedî hayret-endûd / Bir cilvesidir Cenâb-ı Hakk’ın (Recâîzâde M. Ekrem).
Göğün kubbesini dediğin gibi “pergersiz” kuran Allah sana kendi cilvesinden bir
şey ilâve etmiş (Rûşen E. Ünaydın).
ѻ
Cilve kutusu: mec. İşveli,
şuh, kırıtkan, civelek. Cilve satmak (yapmak):
1. Kırıtmak, nazlanmak, işve yapmak: O kız ki damda yatar /
O kız ki cilve satar / O kızın gönlü sevmiş / Bana elma göndermiş (Türkü).
2. Oyun yapmak, şakalaşmak.
● Cilve-füruş (ﺟﻠﻮﻩ
ﻓﺮﻭﺵ) birl. sıf. (Fars.
furūş “satan” ile) “Cilve satan” Cilveli, cilve yapan, kırıtkan.
● Cilve-gâh (-geh) ( ﺟﻠﻮﻩﮔﻪ–
ﺟﻠﻮﻩﮔﺎﻩ) tür. i. (Fars. yer
bildiren -gāh > -geh ekiyle) Görünme, tecellî ve zuhur etme yeri, tecellî
yeri: Cilve-gâh eyler leb-i deryâyı her hûr-i cemâl / Serv-i sîmin nahl-i
Tûbâ’dır şeb-i mehtâbda (Leskofçalı Gālib). Bir zaman cilve-gâh idin yâre
(Muallim Nâci).
● Cilve-ger (ﺟﻠﻮﻩﮔﺮ)
tür. sıf. (Fars. -ger ekiyle)
1. Cilveli, cilve-saz: Ol arsa-i nâz ü işvenin cilve-geri /
Terk eyledi ben belâ-keş-i derbederi (Azmîzâde Hâletî).
2. Tecellî eden, ortaya çıkan: Münâfî-i edebdir her talebde
şîve-i ibram / Anınçün cilve-gerdir sûret-i nehy üzre matlablar (Koca Râgıb
Paşa).
● Cilve-güster (-küster) ( ﺟﻠﻮﻩﻛﺴﺘﺮ–
ﺟﻠﻮﻩﮔﺴﺘﺮ) birl. sıf. (Fars.
kuster – guster “yayan, döşeyen” ile) Cilve yapan: Her dilde cilve-güster olur
aks-i hüsn-i yâr / Her demde bir makāmda mihmân olup gider (Nazîm). Ne sûya
baksan aks-i rûy-i matlab cilve-güsterdir (Enderunlu Vâsıf).
● Cilve-kâr (ﺟﻠﻮﻩﻛﺎﺭ)
tür. sıf. (Fars. -kār ekiyle) Cilveli.
● Cilve-nümâ (-nümun) ( ﺟﻠﻮﻩ
ﻧﻤﻮﻥ– ﺟﻠﻮﻩ ﻧﻤﺎ) birl. sıf. (Fars. numā – numūn “gösteren” ile)
1. Cilve yapan, cilve gösteren.
2. Görünen, zuhur eden.
● Cilve-penah (ﺟﻠﻮﻩﭘﻨﺎﻩ)
birl. sıf. (Fars. penāh “sığınacak yer” ile) Şâşaalı.
● Cilve-perdaz (ﺟﻠﻮﻩ
ﭘﺮﺩﺍﺯ) birl. sıf. (Fars.
perdāz “düzenleyen” ile) Cilve yapan, cilve gösteren: N’ola hûnin kefenle
cilve-perdâz olsa mahşerde / O üftâden ki tîğ-i gamze-i cellâddan geçmiş
(Leskofçalı Gālib).
● Cilve-saz (ﺟﻠﻮﻩ
ﺳﺎﺯ) birl. sıf. (Fars. sāz
“yapan” ile) Cilve yapan, cilve-ger: Cilve-sâz-ı safha-i mir’ât-i vahdettir
bize / Her ne sûret kim eder Gālib heyûlâdan zuhûr (Leskofçalı Gālib).
CİLVELENMEK
dönüşlü f. (< cilve+len-mek)
1. Cilve yapmak, kırıtmak: Bizlere gelince naz üstüne naz /
Ellere gelince cilvelenirsin (Karacaoğlan). Hulâsa kadın başladı cilvelenmeye
(Ahmet K. Tecer).
2. Görünmek, tecellî etmek: Aslı var fer’idir ol asl-ı
usûlün bu cihan / Belki ayniyyet ile cilvelenir cây-ı hudûs (Hersekli Ârif
Hikmet).
3. Oynaşıp kaynaşmak: Ziyâ oyunlarının en fazla cilvelendiği
bir yer (Refik H. Karay).
CİLVELEŞMEK
karşılıklı f. (< cilve+leş-mek < cilve+le-ş-mek)
1. Karşılıklı cilve yapıp oynaşmak: Macar kızlarıyle al
sevdâ, ver muhabbet cilveleşsin (Safiye Erol).
2. Dostça şakalaşmak, takılmak: Onun için de dâmâdıyle
nazmen cilveleşmekten geri kalmazdı (Sâmiha Ayverdi).
CİLVELİ
sıf.
1. Cilve yapan, işveli, oynak, edâlı, şîvekâr: İşte Birsen,
o cilveli kız (Câhit S. Tarancı).
2. Hareketli: Siyâseti anladık, cilvelidir mübârek, ama bu
kadarı da biraz fazla olmadı mı abi? (Bediî Fâik). Akdeniz’in dalgaları cilveli
(Enis B. Koryürek).
coquetry (n.) "effort to attract love from a motive of
vanity or amusement, trifling in love," 1650s, from French coquetterie,
from coqueter (v.) "to flirt," originally "to swagger or strut
like a cock," from coquet (see coquet).
Coquetry whets the appetite; flirtation depraves it ....
["Ik. Marvel" (Donald Grant Mitchell), "Reveries of a
Bachelor," 1851]
flirtation (n.) "amorous trifling; giddy
behavior," 1718, noun of action from flirt (v.) as though Latin. The date,
alas, gives the lie to Chesterfield's charming story of its coinage (in The
World, Dec. 5, 1754) but not his refinement of the definition:
"[F]lirtation is short of coquetry, and intimates only the first hints of
approximation, which subsequent coquetry may reduce to those preliminary
articles, that commonly end in a definitive treaty."
dalliance (n.) also daliance, mid-14c., daliaunce
"edifying or spiritual conversation," from dally + -ance. Probably
formed in Anglo-French but not attested there. From late 14c. as "polite
conversation, chat, small talk; amorous talk, flirtation, coquetry;"
meaning "idle or frivolous activity" is from 1540s.
coquettish (adj.) "resembling a coquette, characterized
by coquetry," 1702, from coquette + -ish. Related: Coquettishly.
flirt (v.)
1550s, "to turn up one's nose, sneer at;" later
"to rap or flick, as with the fingers" (1560s); "throw with a
sudden movement," also "move in short, quick flights" (1580s).
Perhaps imitative (compare flip (v.), also East Frisian flirt "a flick or light
blow," flirtje "a giddy girl," which also might have fed into
the English word), but perhaps rather from or influenced by flit (v.). Related:
Flirted; flirting.
The main modern verbal sense of "play at
courtship" (1777) probably developed from the noun (see flirt (n.)) but
also could have grown naturally from the 16c. meaning "to flit
inconstantly from object to object." To flirt a fan (1660s) was to snap it
open or closed with a brisk jerk and was long considered part of the coquette's
arsenal, which might have contributed to the sense shift. Or the word could
have been influenced from French, where Old French fleureter meant "talk
sweet nonsense," also "to touch a thing in passing," diminutive
of fleur "flower" (n.) and metaphoric of bees skimming from flower to
flower. French flirter "to flirt" is a 19c. borrowing from English.
Related entries & more
Advertisement
flirt (n.)
1540s, "joke, jest, stroke of wit, contemptuous
remark," from flirt (v.). By 1560s as "a pert young hussey"
[Johnson], and Shakespeare has flirt-gill (i.e. Jill) "a woman of light or
loose behavior" (Fletcher formalizes it as flirt-gillian), while flirtgig
was a 17c. Yorkshire dialect word for "a giddy, flighty girl." One of
the many fl- words suggesting loose, flapping motion and connecting the notions
of flightiness and licentiousness. Compare English dialect and Scottish flisk
"to fly about nimbly, skip, caper" (1590s); source of Scott's
fliskmahoy "girl giddy and full of herself." The meaning "person
who plays at courtship" is from 1732 (as the name of female characters in
plays at least since 1689 (Aphra Behn's "The Widow Ranter")). Also in
early use sometimes "person one flirts with," though by 1862 this was
being called a flirtee.
flirtation (n.)
"amorous trifling; giddy behavior," 1718, noun of
action from flirt (v.) as though Latin. The date, alas, gives the lie to
Chesterfield's charming story of its coinage (in The World, Dec. 5, 1754) but
not his refinement of the definition: "[F]lirtation is short of coquetry,
and intimates only the first hints of approximation, which subsequent coquetry
may reduce to those preliminary articles, that commonly end in a definitive
treaty."
flirty (adj.)
1840, from flirt (v.) + -y (2). Related: Flirtiness.
coquette (n.)
"woman who endeavors to gain the admiration of men, a
flirt," 1660s, from French fem. of coquet (male) "flirt" (see
coquet, which was used of women from 1610s).